Mukaddes Hz.Abbas (Aleyhisselâm) Türbesi’ne yöneltilen saldırılar ve yıkım tarihi aşamaları… Tarihten bir kesit (II.Bölüm)

Mukaddes Hz.Abbas (Aleyhisselâm) Türbesi tarih boyunca çok sayıda vahşice saldırıya maruz kalmış ve cani ellerle gerçekleştirilen yıkımların yaşandığı aşamalarından geçmiştir.

Yerimiz tüm olayları başından itibaren teker teker saymak için dar, ancak “La yudreku Kulluhu, La Yutreku Culluhu- Hepsi kavranamayan şeyin birçoğu terk edilmez” ilkesi gereği; hicri yüzyıllara uygun olarak bölümlere ayırarak bazı büyük olayları nakledeceğiz.

Hicri takvime göre üçüncü yüzyılda vuku bulan felaketler:

1 - H.232 senesine gelindiğinde, yönetimin başına Abbasi Hükümdarı Mütevekkil (veya daha doğru okunursa Mutewekkil) geçti. Mütevekkil, İmam Emirul Mu’minin’e (Aleyhisselâm) karşı büyük kin ve düşmanlık besliyordu. Bu nedenden ötürü de; tam dört sefer, İmam Ebi Abdullah Hz.Huseyn'in (Aleyhisselâm) Kabr-i Şerîfi'ne saldırdı:

a) İlki: H. 232 senesinde, Mütevekkil’in elinin altında bulunan şarkıcı cariyelerden biri, Şaban ayı ziyareti amacıyla Kerbelâ’ya gitti. Bunun üzerine Mütevekkil, Amr bin Farec Er-Rahcî’yi görevlendirerek; Hz.İmam Huseyn’in (Aleyhisselâm) kabrinin üzerine, bir başka Abbasi Hükümdârı olan Me’mun’un (o dönem Ehlibeyt – Allah’ın Selamı onların üzerine olsun – takipçilerine görüntüde yanaşıp kendine çekmek amacıyla – ç.) inşa ettirdiği yapının yıkmasını ve Kabr-i Şerîf’in toprağının da sürülmesini emretti. Ardından, tüm bunlara rağmen yılmayan Ehlibeyt - Allah’ın Selamı onların üzerine olsun - Dostları; ardı arkası gelmeyen bütün baskı ve eziyetlere rağmen; Kabr-i Şerif’i onarmaktan ve Kabr-i Şerîf’in civarına evler inşa etmekten vazgeçmeye, önce mubarek mekânı onardılar ve sonra da etrafına evler diktiler.

b) İkincisi: H.236 senesinde Mütevekkil yine Mukaddes Türbe'ye saldırdı. Onu, civarındakileri ve Kabr-i Şerîfi yerle bir hale getirerek dümdüz etti. Kabrin ve eklentilerinin yıkılıp yerle bir edilmesi ile de yetinmeyen Mütevekkil, Kabr-i Şerif bünyesinde ekilmiş olan, güzel bitki ve ağaçları da yıkıp yerle yeksan eyledi. Bunu yanı sıra, Kutlu Kabrin etrafında bulunan hane ve evlerin yıkılmasını da emretti. Ardından ziyaretçileri; hem bu mubarek mekânı, hem de Şiilere ait olan diğer Mukaddes mekânları ziyaret etmekten menetti. Onları; bu mubârek yerleri ziyaret etmeleri halinde, kılıçla cezalandıracağını söyleyerek tehdit etti. İnsanlara şöyle seslendi: Her kimi üçten (üç günden) sonra O’nun (Hz.İmam Huseyn - Aleyhisselâm) kabrinin etrafında görür isek; onu Matbak’ta (*Abbasilere ait mahkûmlara çektirdiği acı ve çile ile meşhur bir zindan) hapsederiz!

Ünlü Şair Semawî de bu konuya iki beyit ile işaret eden bir şiir yazmıştır.
(Ancak şiir Arapça olduğu için burada zikredemiyoruz. Şiir kabaca Cafer’in (Mütevekkil) Müşerref Kabri yıkıp toprağını dümdüz ettiğini bu hadisenin de ikiyüzotuzaltıncı hicri seneye tekabül ettiğini kafiyeli bir biçimde söylemiştir.Arapçasını okumak isteyenler sitemizin Arapça bölümünde aynı başlık altında bulabilirler. Aynısı bundan sonra geçecek şiirler için de geçerli olacaktır.- ç.)

Memun yıkım görevini yerine getirmek üzere İbrahim Deyzec adındaki bir yahudiyi vazifelendirdi ve onu Hz.İmam Huseyn’in (Aleyhisselâm) Kabr-i Şerifini değiştirip yerle bir etmek üzere Kerbelâ’ya yolladı.(1) Deyzec de Mütevekkil’in emri gereği; Kabri tek başına yıkmakla yetinmedi, Kabr-i Şerîf’in etrafında bulunanlara da var gücüyle saldırdı ve Mukaddes Kerbelâ Şehrini baştan aşağı yıkıp yerle bir etti. Bununla da yetinmeyip, şehrin toprağını altüst edip sürdü ve sonra da toprağu suya boğdu. Ancak Kabr-i Şerif’e ulaştıklarında, hiç kimse korkusundan ona (toprağına zarar vermek amacıyla) yaklaşmaya cesaret edemedi. Bunun üzerine, Yahudi bir topluluk gelerek Kabr-i Şerif’in toprağını sürdü ve üstüne su akıtma cüretkârlığını gerçekleştirdiler. (Deyzec ve yanındakiler), şehrin etrafına silahlı askerler yerleştirdiler. Ziyaretçilerin ziyaretlerini gerçekleştirmesine mani olmak için; kaba kuvvetten idam etmeye kadar her türlü zulmü gerçekleştirdiler...(2)

Mütevekkil, İmam Huseyn’in (Aleyhisselâm) ziyaretçilerine özel bir ceza da koymuştu: Ziyaretçinin; ilk defada bir elinin, ikinci defada da bir ayağının kesilmesi.(3)

Ebu Ali El-İmari İbrahim Ed-Deyzec ile buluşup söz konusu işin (İmam Huseyn’in Kabrinin yıkımı) ne şekilde gerçekleştiğini sormuştur. O da şöyle demiştir: Sadece en has kölelerimle gittim. Kabri eştim ve yeni bir hasır seccade’nin üzerinde Ali oğlu Huseyn’in bedenini gördüm. O’nu; O’ndan misk kokuları yayılır halde görünce, seccadeyi olduğu gibi ve Huseyn’in bedenini de onun (Seccadenin) üstünde bırakıp orayı terk ettim. Kabrin üzerine toprak atılmasını emredip, üstüne su akıttım.
Kabrin ekilip sürülmesini de emrettim, ancak inekler orayı sürmeyi reddetti. O mekâna yaklaşır yaklaşmaz,hemen oradan geri dönüyorlardı. Ben de kölelerime dedim ki: “Allah’a ve tüm büyük yemin edilen şeylere yemin olsun ki; içinizden her kim bu hadiseyi* zikreder ise onu öldüreceğim!” (4) Bu hadise ilgili olarak meşhur Şair Semawi’nin bir şiiri de mevcuttur. ( Bkz. Bu makalenin Arapça hali. http://alkafeel.net/ataba/tar/index%2019.html) (5) Görünen o ki; Ehlibeyt’e (Allah’ın Selamı Onlar’ın üzerine olsun) samimiyetle gönül veren Dostlar, o Tağut hükümdarların tüm baskılarına rağmen; yine de, İmamları’nın kabrini o halde bırakmıyor ve onu ellerinden geldiği kadar yeniden yapıp inşa ediyorlardı.


c) Üçüncüsü: H. 237 yılında, Mütevekkil’e; Irak ahalisinin Neyneva dolaylarında, İmam Huseyn’i (Aleyhisselâm) ziyaret etmek amacıyla toplandıkları ve bunun sonucunda da, büyük bir halk kitlesinin oluştuğu haberi ulaşınca; komutanlarından biri olan Harun El-Me’rî’yi, İmam Huseyn’in (Aleyhisselâm) Kabr-i Şerîflerini yıkıp toz duman etmesini ve toprağını da sürmesini emretti. Ayrıca onu; insanları Kabr-i Şerîf’i ziyaret etmelerinden ve Pâk Kabrin etrafında toplanmalarından men etmesini de salık verdi. Bu görevi yerine getirmek üzere yanına; Vezirini, İbrahim Ed-Deyzec’i ve diğerlerini de katarak askerleri ile birlikte Kabr-i Şerîf’e yolladı. Onlar da verilen emri yerine getirdiler. (6)
Araştırmacılardan biri bu konuyla ilgili şu yorumu yapmıştır. “Tağut (Mütevekkil); önceki defalarda yaptığı işleri bu sefer yapmayı başaramadı. Çünkü hem genelin görüşü bir yandan etki ediyordu, başka bir yandan da askerler, bölge ahalisi tarafından şiddetli fiili direniş ile karşı karşıya kalmıştı.” (7)
Hz.İmam Huseyn'in (Aleyhisselâm) ziyaretçileri, Kabr-i Şerîfi’ni ziyaret kastıyla hareket etmeye ve uğradığı mükerrer yıkımlardan sonra, tekrar tekrar yeniden inşa edip ıslah etmekten vazgeçmiyorlardı.
H.240 senesinde, Ehlibeyt (Allah’ın Selamı Onlar’ın üzerine olsun) sevenlerinden, Eşnanî adındaki bir zât, yanında bir attâr (koku satan kimse) ile birlikte İmam Huseyn’in (Aleyhisselâm) Kabr-i Şerîfleri’ni ziyaret kastıyla yola çıktı. Kabr-i Şerîf’in civarına ulaştıkları zaman, Kabr-i Şerîfin tam mekanını (başka bir deyişle Hazret’in - Aleyhisselâm - tam olarak medfun bulundukları yeri) aramaya koyuldular. Ve onu, etrafında bulunan aşırı su ve ekilip sürülme izlerinden tanıdılar. Etrafındaki sanduka yerinden sökülmüş halde bulmuşlardı…Üstünden su akıtılmış,kabrin üstünde bulundan kilden yapılmış tabaka çökmüş ve Kabrin etrafı hendek gibi olmuştu...Ziyaret merasimi sona erdiği zaman, Kabr-i Şerîf’in etrafında bulunan birçok yere ayırt eden alametler yerleştirdiler.(8) Eşnanî o dönemi, güvenli oluş bakımından şöyle vasfediyor: “Ziyaret etmek üzere yola çıktık. Gündüzleri saklanıyor ve geceleri yol alıyorduk. Ğaziriyye nahiyesine gelene kadar, bu şekilde devam ettik.Oradan gece yarısı çıktık ve Kabre gelene kadar, iki silahlı kampın yanından geçip gittik.Yanlarından geçip gittiğimiz zaman,onları uyuyor halde bulduk. Kabre vardığımız zaman başta onu bulamadık. Sonra, kokusunu alır olduk … (bu şekilde devam ediyor)” (9).

D) Dördüncüsü:H.247 senesinde Mütevekkil’e; bir kez daha, Kûfe ve Irak ahalisinden İmam Huseyn’in (Aleyhisselâm) Kabr-i Şerîfleri’ni ziyaret etmek üzere Kerbelâ’ya doğru yola çıkanlar olduğu, sayılarının çoğaldığı ve herkesin bunu konuştuğu haberi geldi. Bunun üzerine Mütevekkil de; yanında büyük miktarda asker ile birlikte, bir komutanı da başlarına atayarak Kabr-i Şerîf’e doğru yolladı. Tellallara da, kabri ziyaret edenlerin can,namus ve mal güvenliğinin hiçbir şekilde bulunmayacağını (Arapça"tebr’ietuz-zimme" olarak bilinen hüküm. Bu hükme maruz kalan kimsleerden - tabiri caizse - eser kalmaz.) ilan ettirdi. Sonra da, Kabr-i Şerîfi eşip toprağını sürdürdü ve böylece; oraya yapılan ziyaretlerin önü kesildi. Halk o mukaddes mekanın bereketinden alıkonmuş oldu. Bununla da yetinmeyen Mütevekkil; Ebu Tâlipoğulları soyunun ve Şiilerin peşine düştü. O bereketli topluluğa mensup olan çok büyük sayıda insanı katletti. (10) Ayrıca felaketi daha da hazin kılan bir gerçek daha vardı: Mütevekkil’in, İmam Huseyn’in (Aleyhisselâm) Kabr-i Şerîfini dördüncü defa yıkışı, Şaban ayının ortalarına da denk gelmişti. Bu yüzden; O tarihlerde insanlar (Şaban ayının yarısında vuku bulan – Türkiye’de berat kandili olarak bilinir- dini münasebet sebebi ile) çok büyük sayıda olan heyetler halinde, akın akın Kerbelâ’ya geliyordu. (Bu sebepten ötürü, yaşanan katliamların şiddeti ve büyüklüğü de, önceki seferlere nazaran çok daha fazla oldu. – ç.) (11).

Bu seferinde de, yıkımı yerine getirmek üzere yine İbrahîm Ed-Deyzec atanmıştı. Deyzec bu sefer ile ilgili olarak şöyle dedi: Mütevekkil; Neyneva’ya, Huseyn’in Kabrine gitmemizi (oraya varınca da), Kabri suya boğup, Kabrin tüm izlerini de toprağın altına gömmemizi (ve ortalığı sular altında bırakmamızı) emretti. Yanımızda keskiler, yanlarında kazma ve küreklerle birlikte, akşama doğru o taraflara vardık. Kölelerimi ve arkadaşlarımı, kazmaları alıp Kabri harap etmek ve toprağını sürmek üzere yollayıp kendimi geri çektim. Yolculuk beni yormuştu çünkü. Üzerime uyku çöktü (ve uyuyakaldım). Derken şiddetli bir gürültü koptu ve çok yüksek sesler duyulmaya başladı. Kölelerim de, hemen gelip beni uyandırmaya çalıştılar. Ben de panik içinde uyandım ve kölelere: “Neyiniz var?” dedim. Onlar da ” Çok garip bir şey oldu!” dediler:“Neymiş o?” diye sorduğumda da şöyle dediler: “ Kabrin olduğu yerde bir topluluk var, bizimle kabrin arasında engel oluşturup bizi okluyorlar!” Ben de onlarla gidip ne olup bittiğini anlamayabilmek için, yerimden kalktım. Gittiğimde gördüm ki, durum gerçekten onların anlattığı gibiymiş. (Bu arada) anlattığım bu olay, biyz gecelerinin (hicri-kameri ayların on üçüncü,on dördüncü ve on beşinci gecelerine biyz geceleri denir) ilk gecesinde gerçekleşmişti. Ben de bunun (oklama hadisesini gözümle görmemin) üstüne, hemen “Vurun onları!” dedim. Onlar (emir verdiklerim) ok atınca da, oklarımız bize geri döndü. Onlardan hiç kimseye isabet edip düşürmediği gibi, bizden kim ok attıysa, kendi attığı okla vurulup düştü ve öldü. Gördüklerim beni dehşete düşürmüştü. Büyük bir korkuya kapıldım. Bir anda ateş ve titreme nöbeti tuttu. Derhal Kabri terk ettim. Ve, yapmam için Kabre doğru yollayıp da, yerine getiremediğim tüm işlerin haberini aldığı zaman; Mütevekkil’in beni öldüreceği fikrine kendimi alıştırmaya başladım. (12).

Mütevekkilin zulmü yaygınlaşmış ve Hz.Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi we Âlihi) Evladı İmam Huseyn'in (Aleyhisselâm) Kabrinin tarumar edilmesinin haberi halkın arasına yayılmıştı artık. Bu acı haberden dolayı, Müslümanlar; çok büyük üzüntüye kapılmışlardı. Yine aynı nedenden ötürü de, Bağdad ahalisi; Mütevekkil’e ettikleri sövgüleri (küfürleri) ve şairler tarafından onun hakkında yazılmış olan hicivleri (yergi konulu şiirleri) duvarlara yazarak, ona dair duydukları nefreti, yoğun bir biçimde dile getirdiler. Mütevekkil tüm bu yaptıklarıyla da yetinmedi. Türbeyi korumakla yükümlü vakıflara da el koydu. Hz.İmam Huseyn’in (Aleyhisselâm) hazinesine ait malları da, kendi askerlerine dağıttı. Bu iğrenç hırsızlığı yaparken de şöyle diyordu: “Kabrin hazineye veya mallara ihtiyacı yoktur.” (13)

Rivayet olunur ki; Hz.İmam Huseyn’in (Aleyhisselâm) Kabri, üstüne su akıtıldıktan kırk gün sonra kurumuş ve kuruduğunda ise Kabrin (yerinin) izi tamamen ortadan kaybolmuştu. Daha sonra, Esedoğulları’na mensup bir bedevi geldi ve Kabr-i Şerîfi, toprağı parça parça eline alıp koklayarak aramaya başladı. Hz.İmam Huseyn’in (Aleyhisselâm) Kabr-i Şerîfleri’ni bulur bulmaz, kendini Kabr-i Şerîf’in üzerine attı ve ağlamaya başladı. “Anam babam sana feda olsun, kokun ne kadar da burcu! Senin ölü (bedenine ait olduğu halde) toprağının kokusu ne kadar da burcu!” diyordu.
Ardından bir beyit Arapça şiir okudu. (14)
Okumuş olduğu beyitin çevirisi yapıldığında ise;
“Dostundan O’nun Kabrini gizlemek istediler de,
Kabir toprağının burcu kokusu götürdü Kabre”
gibi bir anlam ortaya çıkmaktadır.

Konuyla ilgili bilinmesi gereken bir başka önemli ayrıntı da; İmam Huseyn’in (Aleyhisselâm) Kabr-i Şerîfleri’nin başına gelenlerin, Hz.Ebulfazl Abbas Efendimiz’in (Aleyhisselâm) mübarek Kabirleri’nin de başına gelmiş olduğudur. (O Mubarek Kardeşler, bu âlemden göçmelerinden yüzyıllar sonra gerçekleşen şu olayda bile, ortak kaderi paylaşmış ve birinin başına gelen diğerinin de başına gelmiş. Birbirlerine “Bunda da birlikteyiz, Kardeşim.” dermişçesine…Ç.)

2 - H.269 yılında, Kerbelâ şehrinde bulunan Mukaddes Türbeler, Dubbe El-Esedî tarafından tahribat ve hırsızlığa maruz kaldı. Önde gelen siyer uzmanlarının naklettiğine göre Dubbe; Aynuttemr adındaki şehrin yöneticisiydi. Kerbelâ’ya baskın yaparak, şehri yağmaladı ve şehrin ahalisini Aynuttemr Kalesi’ne esir olarak götürdü. Bunun üzerine Adududdevle; ordusuyla birlikte, Aynuttemr’e saldırarak kaleyi bir süre muhasara altına aldı. Derken, aniden baskın yaptı. Dubbe ile askerleri, gafil bir biçimde baskın yakalanmıştı. Dubbe de (o panikle) sadece canını ve atını kurtarmayı düşünebildi. Ve atıyla birlikte, kalenin surlarının en yüksek noktalarından birinden atladı. Bu atlamanın sonucunda atı öldü ancak Dubbe sağ kaldı ve firar etti. Böylece Adududdevle; mezkûr Kale’yi ele geçirmiş oldu. Bu sefer O da Aynuttemr ahalisini esir aldı ve Kerbelâ’ya götürdü. Dubbe tarafından esir alınan ve o sırada Aynuttemr’de bulunan Kerbelâ ahalisini, de şehirlerine geri götürdü. (15)

Yazının şu bölümüne kadar (1) den başlayıp (15) e kadar zikredilen olayların kaynağını merak eden değerli ziyaretçilerimiz sitemizin şubölümünden yazılanları kontrol edebilirler.

Dokuzuncu Yüzyılda gerçekleşen felaketler:

H.858 yılında, Mukaddes Ziyaretgâh binası; Ahwaz ve Huweyze şehirlerinde kurulmuş olan Muşe’şi’ii Devleti’nin, hükümdarlarından biri olan Ali bin Felah tarafından, ağır bir biçimde tahribata uğratıldı. Ali bin Felah (Harici Şe’şâ’ tarafından) “Parlak Işığın Sahibi” lakabı ile bilindiği gibi, babasının hayatının son günlerinde, İmam Ali’nin (Aleyhisselam) ruhunun Ali bin Felâh’ın içine girdiğine (hulûl ettiğine) inanılmaya başlandığı için (!!!) “Mewla Ali” ve “Weliyy-i Emr” lakapları ile de anılmıştır.(1) Sözü geçen sene (H.858), Mukaddes Huseyniyye Ravzası’na atları ve askerleriyle birlikte girerek, İmam Huseyn’in (Aleyhisselâm) Kabr-i Şerîfi’nin üzerine konulmuş sandukanın kırılmasını emretti ve Ravza’yı, askerleri için Mutfak haline getirtti!!! Ravzada bulunan ahaliyi kılıçtan geçirdiği gibi, her iki Mukaddes Ravza’da da ne kadar değerli eşya, nadir eser, hediye ve mal varsa hepsini adamlarıyla birlikte çalıp yağmaladı. Ali bin Felâh, Kerbela’da yaptığını; daha önce Necef-i Eşref şehrinde de yapmıştı. Her iki şehri de ele geçirdikten sonra, onunla savaşmaya gelen “Pîr Budak” komutasındaki dev ordunun geldiğini duyunca, Basra’ya kaçtı. Daha sonra da, Basra’dan İran’a doğru kaçtı ve kaçmış olduğu İran’da, H.861 senesinde; orada bulunan Türklerden birinin oku ile vuruldu ve öldü.

Dokuzuncu yüzyıldan itibaren başlayıp (1) de zikredilen olayların kaynağını merak eden değerli ziyaretçilerimiz; sitemizin şubölümünden yazılanları kontrol edebilirler.
Okur yorumları
Yorum bulunmuyor
Yorum ekle
İsim:
Ülke:
E-posta:
Paylaş: