Hz.Ebulfazl Abbas’a (Allah'ın selâmı üzerine olsun) neden “Kantara’nın Arslanı” diyorlardı?…

Hz.Ebulfazl Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) insanlığın hidayet meşalesini elinde bulunduran ve beşeriyete hak yolu aydınlatan bir çevrede yetişti. Çocukluğundan itibaren hakkın batıl ile ve nurun karanlık ile nasıl mücadele ettiğini gördü ve her zaman zaferin faziletten yana olduğuna şahitlik etti.

Hazret (Allah'ın selâmı üzerine olsun) faziletleri bir araya getirmiş ve üstün idealleri ile birlikte müşerref şahsiyetine katmıştı. Dört masum İmam’ın (Allah'ın selâmı hepsinin üzerine olsun) elinde ve birlikteliğinde yetişmiş iken başka türlü olmaması mümkün müydü? Babası Müminlerin Emîri Hz. İmam Ali (Allah'ın selâmı üzerine olsun), Kardeşleri Cennet Gençlerinin Efendileri Hz. İmam Hasan ile Hz. İmam Huseyn (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) ve Kardeşinin oğlu da sonraki İmamların atası Hz. İmam Zeynelâbidîn Ali bin Huseyn (Allah'ın selâmı hepsine olsun) olan bir şahsiyetin böylesine üstün sıfatlara sahip olması asla şaşılacak bir şey değildi.

Hz.Ebulfazl Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) bazıları Taff Günü (Aşura günü) bazıları dad aha öncelerine dayanan künye ve lakaplarla meşhur oldu. Bunlardan birisi “Seb’ul Kantara/Kantara’nın Arslanı” lakabıdır. Özellikle Arapça şiir ve Huseynî şiarlarda yer alan bu lakabı çoğu insan yanlış bilmektedir. Çünkü bu lakabın “Kerbelâ Arslanı”, “Aşura Meydanı Kahramanı” vb gibi anlamlara geldiğini sanmaktadır.

Oysa durum öyle değildir. Bu lakap Aşura gününde verilmiş değildir.

Şimdi bu lakabın öyküsünü anlatalım.

Müminlerin Emîri Hz. İmam Ali (Allah'ın selâmı üzerine olsun) Sıffin savaşından döndüğünde adlarına “Haricîler” denen bir grup onlardan ayrıldı. Önlerine çıkan her köy,kasaba ya da şehirde insanları Müminlerin Emîri (Allah'ın selâmı üzerine olsun) ile savaşmaya kışkırtmaya başladılar. Sonunda Nehrevan’a vardılar. O dönemde Nehrevan’ın valisi, Müminlerin Emîri (Allah'ın selâmı üzerine olsun) tarafından atanan Abdullah bin Habbab bin el-Eret’ti.

Ona şöyle sordular:

“Hz.Resûlullah’tan (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) sonraki halifeler hakkında ne söylüyorsun?”

O da hepsini iyi bir şekilde andı.

“Peki Ebi Talib oğlu Ali için ne diyorsun?” diye sordular. (Allah’ın selâmı Hz. Ali’ye olsun)

Şöyle dedi: “Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) “Ali’nin bana (yakınlığı); Harun’un Musa’nın yanındaki menzileti gibidir…” buyurduğu bir kimse hakkında ancak hayır konuşurum”

“Allahu Ekber! Adam kafir oldu!” diye feryat ettiler. Sonra hepsi birden saldırıp onu öldürdüler. Yanında karısı da bulunuyordu. Hamileydi. Kocasını savunduğu için onu da öldürdüler. Sonra da karnını yarıp içindeki bebeği çıkardılar ve onu da annesinin göğsünün üzerinde başını kestiler.Abdullah bin Habbab’ın ve ailesinin kanları; yanı başlarındaki Dicle nehrini kızıla boyadı…

Müminlerin Emîri (Allah'ın selâmı üzerine olsun) haberi alınca dostlarını toplayarak konuşma yaptı, Abdullah bin Habbab için ağıt yakıp ağladı. Sonra da şöyle dedi: “Salih Kul Abdullah bin Habbab’ın katlinden sonra oturma yoktur!”

Ardından ordusunu teçhizatlandırıp Nehrevan’a doğru yola çıktı. Hariciler Müminlerin Emiri’nin (Allah'ın selâmı üzerine olsun) geldiğini duyunca şehrin içerisine girip surların arkasına sığındılar ve kapıları sımsıkı bir şekilde kapattılar. Müminlerin Emîri (Allah'ın selâmı üzerine olsun) de onlara yüksek sesle hitap ederek fitneye düşmeleri karşısında uyardı, mazeretlerini bir bir çürüttü ve sonra da onlara hatırlatmalar yapıp nasihatlerde bulundu. Bir kısmı savaşmaktan caydı. Geri kalanlar da inatlarından vazgeçmeyip bunu küstah bir şekilde ilan ettiler. Hz. İmam Ali (Allah'ın selâmı üzerine olsun) de bunun üzerine onlarla savaşmaya karar verdi ve dostlarını savaşa hazırladı. (O'na selâm olsun) sonra şöyle buyurdu:

“Onlarla savaşmak için benden ve evlatlarımdan başkası kalkmayacak!”

Nehrevan şehrinin dört tane kapısı bulunuyordu. Oğlu Hasan’a (O'na selâm olsun) şöyle dedi:

“ Oğlum! Senin tarafındaki o kapıya!” ve Doğu kapısına hareket etti. Hz. Hasan (O'na selâm olsun) da Babası’nın (O'na selâm olsun) emrettiği tarafa doğru gitti. Sonra da Hz. Huseyn’e (O'na selâm olsun) “Sen Batı kapısından sorumlusun!” ve Muhammed’e: “Senin de üzerine düşen Güney kapısıdır!” diye buyurdu. Onlar da Babaları’nın emrettiği tarafa doğru ilerledi. Hz. İmam Ali (O'na selâm olsun) de şehrin ortasına dalacaktı. Tam hepsi hamle etmek üzere iken Hz. İmam (O'na selâm olsun) arkasında birinin varlığını hissetti. Dönüp baktı. Arkasında duranın on dört yaşlarındaki Hz.Abbas (O'na selâm olsun) olduğunu gördü. O’na “Oğlum Abbas, ne yapıyorsun burada?” diye sordu. O da “Yanındakiler kimlerdir?” dedi. Hz. İmam (O'na selâm olsun) da “Kardeşlerindir” buyurdu. O da bunun üzerine “O zaman ey Müminlerin Emîri; nasıl her birine bir kapı tahsis ediyorsun da benim bir kapım yok?” diye sordu. Hz. İmam (Allah'ın selâmı üzerine olsun) “Sen küçüksün ey Oğlum” diye buyurunca Hz. Abbas (O'na selâm olsun) şöyle sordu: “Sen de küçük yaşta iken Resûlullah’ın (ordusunun) önünde cihad etmemiş miydin Ey Müminlerin Emîri?” Hz. İmam (Allah'ın selâmı üzerine olsun) da “Evet. Ancak Kantara (nehrin üzerindeki kavisli köprü) kapısından başka bir kapı kalmadı ” diye buyurdu. Hz.Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) da “O da tam bana göre Ey Müminlerin Emîri!” diye atıldı.

Ravî şöyle diyor: “Çok sevindi ve o kapıya doğru hızla gitti. Hz. Ali (O'na selâm olsun) de onlardan bir grup her bir araya geldiğinde hamle ediyor ve öfkelendiği zamanki meşhur kükreyişi ile onlara haykırıyordu. O (haykırınca da) korkularından kaçacak delik arıyorlardı. Haricîlerden Abdullah bin Hazim şöyle diyor:

“Ali, o bilindik çığlığını atınca deliye döndük. Adeta duvarlar ona cevap veriyordu. Çareyi kaçmakta bulduk. Doğu kapısına gittiğimizde baktık ki Hasan oradaydı. Bizi görünce üzerimize doğru hamle edip şöyle haykırdı: “Benden, Müminlerin Emiri’nin oğlundan kaçabileceğinizi mi sanıyorsunuz?!”

Biz de Batı kapısına doğru yöneldik. Oradan da bize Huseyn hamle etti. Haykırarak şöyle diyordu: “Benden, Vasîlerin Efendisi’nin oğlundan kaçabileceğinizi mi sanıyorsunuz?!”

Kuzey kapısına doğru kaçalım dedik. Orada da esmer bir delikanlı vardı. Üzerimize doğru hamle ederken bir yandan da şöyle haykırıyordu:

“Benden; alınları nurlu, (ayakları) sarılmışların (*) Komutanı’nın oğlundan kaçabileceğinizi mi sanıyorsunuz?!”

Kim olduğunu sordum. Muhammed bin Hanefiyye’dir dediler. Birbirimize şöyle feryat etmeye başladık: Vay halinize! Kaçın, kaçın; Ali’nin ve oğullarının kılıçlarından! Kantara kapısına (kaçın)!”

Kantara’ya gittiğimizde orada küçük yaşlarda bir erkek çocuğu gördük. Dizlerinin üzerinde oturmuş gözleri ateş saçıyordu. Bir elinde kılıç vardı, diğer eliyle de atın dizginlerini tutmuştu. Üzerimize doğru atılırken şöyle haykırıyordu: “Benden; kızıl ölümün oğlundan kaçabileceğinizi mi sanıyorsunuz?! Ben; ALİ’NİN OĞLUYUM!”

Birden kelleler havada uçuşmaya ve bedenler parçalanmaya başladı. Kılıcı kırılıncaya kadar savaşmaya devam etti. Atın üzerindeki savaşçıyı bile tuttuğu gibi nehre fırlatıyordu. Derken Babası Ali yetişti. Oğlu yerde oturmuştu, yanlarında da koparılmış kelleler vardı. Onu gözlerinin arasından öpüp kaldırdı sonra da sarıldı. Gülümseyerek şöyle dedi: “Allah seni bereketlendirsin oğlum; ben seni bu günden daha büyük bir güne saklıyorum.” O da şöyle cevap verdi: “Oğlun oluşuma yemin olsun ki; yüzünü ağartacağım!”

O da “Yapar, kerim (oğlum benim).”

Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketleri üzerine olsun ey Kantara’nın Arslanı, Ey Ebulfazl Abbas Efendimiz!


* Arapça "Kaidul-Ğurerul-Muhaccelîn" yani "Alınları nurlu, ayakları sarılmışların komutanı" diyor. Bu Müminlerin Emîri'nin (Allah'ın selâmı üzerine olsun) dostlarına atıfta bulunan bir lakaptır. Müminlerin Emîri'nin (Allah'ın selâmı üzerine olsun) dostları iki sıfatla meşhurdu. Biri ibadetlerden ve takvadan ötürü alınlarının nurlu oluşu. Diğeri de savaşa girmeden önce ayaklarını güçlendirmek için "hacel" denen şekilde ayaklarını ve dizlerine kadar bacaklarını sıkı sıkıya sarmalarıydı. Bunu yapınca savaşta daha düşmana karşı daha çetin bir şekilde hamle yapabiliyorlardı. Müminlerin Emîri'ne (Allah'ın selâmı üzerine olsun) "Alınları nurlu, ayakları sarılmışların komutanı" lakabıyla denmesinin sebebi budur.
Okur yorumları
Yorum bulunmuyor
Yorum ekle
İsim:
Ülke:
E-posta:
Paylaş: