Seyyid Safi, Merhum Seyyid Muhammed Said el-Hekîm'in (k.s.) Ehl-i Beyt (a.s.) Fikirlerinin Yayılmasındaki Rolünü Anlatıyor

İlimler Havzası Üstadı Allame Seyyid Ahmed es-Safi, merhum dini merci Ayetullah Uzma Seyyid Muhammed Said el-Hekîm'in (k.s.) Ehl-i Beyt (a.s) düşüncesinin ve Kerbela olayının yayılması ve İlimler Havzası’na ile Necef-i Eşref şehrine hizmetteki rolünü anlattı.

Seyyid Safi, merhum merci için düzenlenen yıllık anma toplantısında verdiği konferansta, Merce-i Âlâ’nın onu "Ehl-i Beyt (a.s.) fakihi" olarak nitelendirmesine, Kerbela faciasına ve bu olayın ortaya çıkardığı sonuçlara olan ilgisine, ayrıca Peygamber'in (s.a.a) tarihi çilesini ortaya çıkarmaya verdiği öneme değindi.

Konferansın metni aşağıdadır:

Gerçekten, Seyyid Hakim (Allah ruhunu kutsasın) hakkında konuşmak kolay değildir. Bunun sebebi, Seyyid'in şerefli hayatının çeşitli aşamalarının İlimler Havzası'nin geçirdiği zor dönemlere denk gelmesi ve birçok farklı dönemden geçmesidir. Son olarak, (bir diğer zor husus da merhumun) ömrünün yaklaşık on yılını önceki rejimin hapishanelerinde geçirmiş olmasıdır.

Hapisten çıktıktan sonra, şartlar Havza faaliyetleri için tam olarak uygun değildi. Ancak o (Allah ruhunu kutsasın), başladığı yolu tamamlamaya, bir grup faziletli kişiyi yetiştirmeye ve derslere büyük önem vermeye çok hırslıydı. Onu Hindî Camii'nde (el-Mescid-ul Muazzam) ders verirken gördük, sonra herkesin bildiği sebeplerden dolayı derslerini evinin üst katındaki odaya taşıdı.

O zamandan beri onun hizmetindeydik ve fıkıh açısından haram kazançlar konusundaki derslerine katılma şerefine nail oldum. Daha sonra usul derslerini gece vermeye başladığında, bazı derslere katıldım. Ancak dersler gece olduğu için bazı başka meşguliyetlerim nedeniyle tamamlayamadım. Sonra bu ilişki giderek arttı ve onun babacanlığını hissettik.

Burada tarihi bir meseleyi hatırlatmam gerekiyor. Yüce Dini Merceiyet’in merhum Seyyid'i "Ehl-i Beyt fakihi" olarak tanımlaması bize bunu hatırlattı.

Mesele, Şeyh Muhammed Emin Zeynüddin (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) hakkındadır. O, Necef-i Eşref'in kutuplarından biriydi ve âlim bir adamdı. Havza çevrelerinde, özellikle neslin faydalandığı bazı yazılarıyla tanınırdı. Oğlu Şeyh Ziya (Allah onu korusun) bana aktardı - bu konuşma muhtemelen otuz yıldan daha eskidir - babasından şöyle aktardı: "Seyyid Muhammed Said el-Hekîm bir fakihtir." Bu ifadeyi aktarırken, ki herkes tarafından bilinirdi, bazıları mercilerin fakih olmadığını söyleyerek itiraz edebilirdi.

Bu ifade, fıkıh bilgisinin Seyyid Hakim'in hayatında özel bir özellik olduğunu gösteriyor ve bu şahitlik 30 yıl öncesine dayanıyor. Tabii ki o zamanlarda Seyyid'in kitapları daha basılmamıştı. el-Misbah, el-Minhac basılmamıştı, hatta er-Risale üzerine bir şerh olan et-Tenkih'in bile o dönemde basılmadığını sanıyorum. Ayrıca el-Muhkem, el-Kafi ve diğer kitaplar, örneğin akide konusu ve Kerbela faciası hakkındaki kitaplar ve son olarak Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Peygamberimiz (s.a.a) hakkındaki kitap da basılmamıştı. Bu kitaplar basılmamışken, Şeyh, Seyyid Hekim'in bir fakih olduğuna şahitlik etmişti.

Daha sonra, Seyyid'in anma töreninde, Yüce Dini Merceiyet onu açıkça "Ehl-i Beyt (a.s.) fakihi" olarak nitelendirdiğinde bu ifade herkes tarafından duyuldu.

Burada bir konuya dikkat çekmek istiyorum: Allah-u Teala bir insanı yükseltmek istediğinde onu yükseltir. Dünya bir kişiyi alçaltmak için bir araya gelse bile bunu başaramaz, çünkü Allah'ın iradesi başka bir şeyin (kimselerin erişemediği Levh-i Mahfûz’da) içerisinde yürürlüğe girmiştir.

Seyyid Hakim'den, onun şerefli ellerinde (yetişip) talebelik yaptığımız süre boyunca, kendisi için bir itibar (bir prestij) sergilediğini hiç duymadık. Bu, Necef-i Eşref'in karakteristiğidir. Necef'in bir özelliği vardır: Birçok âlim yetiştirmiştir ve bir kişi Necef'ten geçtiğinde, özellikle de Emirü'l-Müminin'i (a.s.) gördüğünde, kendisini onun karşısında bir hiç olarak görür. Genellikle kendilerini kurtuluş yolunda bir ilim öğrencisi olarak tanımlarlar.

Hatta Seyyid Hakim'in kitaplarında alışılagelmiş ilmi unvanlar yazılmamış, sadece "Seyyid Muhammed Said el-Hekîm" yazılmıştır. Vefat ettiğinde bu büyük unvanla taçlandırıldı ve buna layıktı. Kendisine bir unvan vermeyen bir kimseye "Ehl-i Beyt fakihi" (a.s.) unvanı verildi. Bu gerçekten Seyyid'in hak ettiği mübarek bir özelliktir.

Gerçekten, Seyyid Hakim hakkında nasıl konuşacağımı düşündüğümde, bu soru aklıma geldi. O benim birkaç yıl hocamdı ve onun şerefli huzurundan çok faydalandım. Hayatının kapsanabilecek yönlerini anlatmak konusunda kesinlikle eksik kalacağım.(Çünkü ne anlatırsam anlatayım, bir şeyler eksik kalacak) Bu yüzden, zamanın elverdiği ölçüde bazı noktaları vurgulamaya çalıştım. Belki başkaları daha fazlasını yapabilir veya bu konuları daha geniş bir şekilde tartışmak için başka bir fırsat olabilir.

Tabii ki... O (Allah ruhunu kutsasın) İlimler Havzası'nin birinci sınıf âlimlerinden sayılıyordu. Yaşadığı zorluklara rağmen varlığını kanıtladı ve hem Necef-i Eşref'te hem de dışında tanınmayı başardı. Ders verme yöntemi zengin bir yöntemdi, (dersini takip eden) öğrenciyi zenginleştirirdi. Konuyu mümkün olan en fazla sayıda öğrenciye ulaştırmaya çok özen gösterirdi ve konuyu basitleştiren bir üslup kullanırdı, öyle ki karşı tarafın ikna olması kaçınılmazdı. Fikri iletmek için günlük dildeki terimleri kullanırdı, ancak yazarken günlük dil terimlerini değil, bilimsel terimleri kullanırdı. Ama ders vermeye gelince, (dersin fikrini) dersi dinleyenlerin çoğuna ulaştırmaya çalışırdı. (Öyle bir uslüpla anlatırdı)

Bu yöntem gerçekten zengin bir yöntemdi. Ders sırasında bir şey anlaşılmadığında ya derste ya da dersten sonra sorardık. Ben şahsen dersten sonraki sorulardan çok faydalandım, çünkü Seyyid konuya odaklanırdı ve konuları öğrenci için çok anlaşılır bir şekilde açıklardı. Usul temellerini ve bunların fıkhi füruatını her zaman aklında tutardı ve bu da kolay bir şey değildir.

Yani, ilmi konuları kendi görüşleriyle birlikte usul konuları ve uygulamalarıyla her zaman aklında tutan bir insandı. Öyle ki (filanca) meselenin şöyle olması gerektiğine dikkat çeker; çünkü bu, falan kuralla ilgilidir (der). Şu anda zaman darlığından örnekler veremiyorum, ancak fayda bazen onun mübarek dersinden, bazen öğrencilerin sorularından, bazen de dersten sonra gelirdi. Hiçbir sıkıntı göstermeden soru sormaya imkân tanırdı, aksine bunu yapmaya teşvik ederdi.

Hayatındaki bir özelliğe dikkat çekmek istiyorum: Dersi severdi. Yöntemi, vaktini ders ve müzakereyle geçiren birinin yöntemiydi. Şimdi bahsetmeye değer bir olayı hatırlıyorum. Bazı öğrencilerle birlikte Riyad el-Mesail dersinde bulunuyordum ve bu ders, “Makbere-i Kebîre (Büyük Mezarlık)” mescidindeydi. Hava çok sıcaktı. Bazı öğrenciler dersi iptal etmek için izin istediler. Seyyid'in (Allah ruhunu kutsasın) iptal etmeyi istemediğini bildiğim için onları Seyyid'e yönlendirdim ve "Seyyid'e eğer iptal etmeyi arzu edip etmediğini sorunuz” dedim.

Seyyid'in onlara "iptal etmeyin" diyeceğini düşünüyordum, ancak o dönemde havanın normalden daha sıcak olduğu ortaya çıktı. Seyyid, iptal etmekte bir sakınca olmadığını söyledi. Ertesi gün veya üçüncü gün, onun hizmetindeyken beni gördü ve gülümseyerek şöyle dedi: "Kardeşler geldi ve hava sıcaktı, iptal etmekte bir sakınca görmüyorum." Ona sordum: "Bu benzeri (pek görülmemiş) bir tarihi olaydır, sizin yaşadığınız dönemlerde de hava bu kadar sıcak mıydı?" "Evet” dedi ve ya kendisi ya da babası Seyyid’in (Allah ruhunu kutsasın) yaşadığı bir olay anlattı. Dedi ki: "Evet, Necef-i Eşref'te havanın çok sıcak olduğu zamanlar yaşandı. Mukaddes türbenin güvercinlerini avlamayı seven bazı kişiler hareket eder etmez, güvercinler bu taraftaki gölgeden diğer taraftaki gölgeye uçarlardı ve böyle devam ederdi. (Ama o kadar sıcak oldu ki) güvercinler sıcaktan dolayı (gökten) düşer oldu." ve "Böyle bir durumu yaşadık." dedi.

Önemli olan, Seyyid'in dersi iptal etmeyi sevmediği ve öğrencileri her zaman çalışmaya teşvik ettiği bilinirdi. İleri yaşına rağmen, hatta hapishane günlerinde bile Seyyid bunu teşvik ederdi. İlginç olan, hapishanede usul konusunda bazı ilmi notlar yazmıştı, ancak ne yazık ki bunlar kayboldu.

Bunlar Seyyid'in hayatındaki ayırt edici özelliklerden bazılarıydı. Sevgili kardeşlerime, insanın günlerini değerlendirmesi ve ders, öğretim ve araştırma yoluyla her zaman mübarek günler haline getirmesi için teşvik amacıyla bahsediyorum.

Belirtmek istediğim başka bir nokta, Seyyid'in diğer konularda da yazı yazdığı, yani bizde alışılmış olan usul ve fıkıh dışında yazmış olduğudur. Gerçekten, İslami kütüphanede bulunmayan konularda yazı yazmıştır. Konuları ele alış tarzında, özellikle Kerbela faciası kitabında ve ayrıca akide meselesinde, üzerine açıkça ışık tutulmamış şeyleri ele almıştır ve son olarak Peygamberlerin Sonuncusu (s.a.a.) hakkında yazmıştır.

Burada, hızlıca iki şeyi açıklamak istiyorum. Kerbela faciasına gelince, Kerbela olayının ortaya çıkardığı sonuçlara çok önem vermiştir. Ehl-i Beyt Şiası'nın (a.s) imamlarını takiben Kerbela olayıyla ilgilenme şeklini açıklamış ve halkın spontane bir şekilde Seyyidü'ş-Şüheda (a.s.) ile bağlantılı olarak geliştiği bu (ilişkiyi ifade) tarzının devam etmesi gerektiğini belirtmiştir. Kardeşler bilir ki o (Allah ruhunu kutsasın) bu işi bizzat kendisi yapardı, özellikle Erbain ziyaretinde. Bu merasimlerin bu şekilde devam etmesi gerektiğini başkalarına göstermek için bizzat kendisi yürürdü. Seyyidü'ş-Şüheda (Allah’ın selâmı üzerine olsun.) davasına çok önem verirdi. Hatta - Allah ruhunu kutsasın - Muharrem'in ilk on gününde özel meclisinde ağlatıcı bir şekilde Maktel okurdu. Birçok kez bu şerefe nail olduk ve onun Maktel tarzıyla ve Seyyidü'ş-Şüheda (a.s) ile nasıl etkileşime girdiğini, gözlerinin yaşlarla dolduğunu gördük. Bu, Seyyid'in özelliklerinden biriydi; Şehitlerin Efendisi'nin (a.s.) anısını bizzat kendisi canlandırırdı.

İkinci olarak, Son Peygamber (s.a.a.) hakkında, gerçekten çok önemli olduğuna inandığım bir konuya odaklandı: Hz. Peygamber'in (s.a.a.) yaşadığı ve tarihte de belirtilmiş olan sıkıntıları ortaya çıkarmak ve bunlara önem vermek gerektiği konusu.

Bildiğiniz gibi, birçok sorun var ve din düşmanları ile sığ insanlar buna katkıda bulundu. Ayrıca, bazı İslami düşünce ekollerinin Hz. Peygamber'in (s.a.a.) kişiliği konusundaki farklılıkları, bu sorunlara cevap verilmemesine neden oldu. Oysa O’nun (s.a.a.) kişiliğine odaklanılmalı, konferanslar ve seminerler düzenleyerek Hz. Peygamber'in (s.a.a.) kişiliği incelenmelidir. (Seyyid’in bu konuya dair yazdığı) kitabı okuyan bir kimse, Seyyid'in işte bunu açıkça beyan ettiğini görür. Sadece kitabın satır aralarından çıkarım yapmakla kalmaz, Seyyid açıkça bu büyük şahsiyete yaygın olandan daha fazla önem verilmesi gerektiğini, hatta onun büyüklüğüne odaklanılması gerektiğini belirtir. Seyyid'in yazdığı bu kitaplar, düşünen araştırmacı ve hatta hatip için önemli bir referans olarak kabul edilir.

Ayrıca belirtmek istediğim şeylerden biri de, 2003'ten önce bacağında bazı hastalıklar ortaya çıkıp dersi günlerce aksadıktan sonra, doktorun tedavinin Irak dışına seyahat gerektirdiğine karar vermesiydi. Suriye üzerinden Londra'ya gitti ve döndüğünde çok sayıda öğrenci onu karşıladı.

Seyyid döndükten sonra hizmetinde olduğumuzda bir şey anlattı. Bu, Necef'in mahrum kaldığı medya meselesinden kaynaklanıyordu. Yani, Necef dışındaki insanlar, yönetimin baskısı nedeniyle Necef-i Eşref'i sadece bir ziyaretçinin bilgileri veya bazı önemli olaylar aracılığıyla tanıyorlardı.

Necef'i ilmi bir kale olarak korumak, Seyyid'in büyük bir derdiydi. Bu nedenle, Londra'da veya Suriye'de onu ziyaret eden bazı kardeşler Necef-i Eşref hakkında sorduğunda, Necef'in hâlâ güçlü olduğunu, fıkıh, usul, Kur'an ve bu köklü konumun orada olduğunu vurguluyordu.

Döndükten sonra şu ifadeyi kullandı: "Ben bunu beni ziyaret eden bazı öğrencilere ve âlimlere açıkladım, bu daveti tasdik etmeliyiz (dedi)." Sözleri, bunu gerçeğe dönüştürmemiz gerektiğiydi. Yani Necef'te bu ilmi yönün olması gerektiğini ve öğrencilerin her zaman ilmi konularda çalışması gerektiğini söylüyordu. Kendisi (Allah ruhunu kutsasın) ilmi çalışmalar yapmakla kalmayıp, talebeleri de bu yönde teşvik ediyordu.

Belirtmek istediğim noktalardan biri de, tatilden önce dini münasbetlerden yararlanmasıydı. Bilindiği gibi, eğer ertesi gün tatil olacaksa, öğrenciler ondan bir konuşma beklerdi ve o da (o münasebete dair) önemli ilmi noktalar belirtirdi. Ben şahsen bunlardan çok faydalandım.

Örneğin, aklımda kalan bir şey, Hz. İmam Hasan'ın (a.s.) vefatı vesilesiyle bir kitapta Hz.İmam Hasan 'dan (a.s.) ve Hz. İmam Hasan'ın (a.s.) karşılaştığı sorunlardan bahsederken, hassas bir bilimsel ilmi ortaya koydu. Şöyle dedi: "Hz. İmam Hasan (a.s.), bazı yarenlerini başlı başına birer dava haline getirebildi." Ve ekledi: "Hz. İmam Hasan (a.s.), seçkin dostlarından oluşan bir grup aracılığıyla Muaviye'nin suçlarını ortaya çıkaran davalar yaratabildi." Bu önemli bir gözlemdi.

Ya da mesela, Taff (Kerbela) olayından sonra ne oldu? Bu, birçok kardeşin sorduğu bir soru. Bu, "Taff Faciası" kitabından önceki sözleriydi. Orada şöyle soruyordu: "Hz. İmam Hüseyin'in (a.s.) şehit edilmesinden sonra ne oldu ki?! Zalimler de Emevi devleti de kaldı, sonra da Abbasi devleti geldi ve zulmün yolculuğu halen devam ediyor??!"

Bu soruyu bazıları sorardı. Bu yüzden Seyyid bunu kendi kendisine sorup cevapladı. Şöyle dedi: "Bazıları böyle soruyor," ve buna ayrıntılı bir cevap verdi. Tüm cevabı burada anlatmayacağım, ancak önemli bir noktaya odaklanacağım. Şöyle dedi: "Taff (Kerbela) olayından sonra önemli bir şey oldu: Yönetici ile dini temsil eden âlim arasında ayrım ilkesinin kuruldu. İmam'ın dini kurtarması, işte bu erdemi üretti. Yezid dini temsil etmiyordu (artık)." Bunun çok önemli bir mesele olduğunu söyledi, çünkü Hz. İmam Hüseyin (a.s.) bu ayrım meselesini kurmuştu. Bir yönetici ve bir âlim var, yönetici kendi döneminde âlim olamaz (kaidesi kurulmuştu).

Bu nedenle, Hz. İmam Seccad (a.s.), Hz. İmam Bakır (a.s.) ve diğer bazı imamlar (Hepsine selâm olsun) aracılığıyla bir medrese kuruldu. Şöyle diyordu: "Bu, Hz. İmam Hüseyin'in (a.s.) olan şehadetinin tamamlanmasının bereketlerindendir. Hazretin (a.s.) şahadeti üzücü ve acı vericidir. Ancak Allah Teala dinini dilediği gibi kurar." Bu yüzden İmamlar’ın (a.s.) çabası yöneticiden uzak hale geldi ve aralarında bir ayrım oluştu. Halife olarak adlandırılan bir yönetici var ve o bir sultandır. Şer'i hükümler veren bir âlim var ve bu hükümler o yöneticiyle bağlantılı değildir. Şer'i hüküm isteyen kişi sultana değil, âlime gider. O (Allah sırrını kutsasın) işte bu faydaya, özellikle de Hz. İmam Bakır'ın (as) ifadelerine çok odaklanırdı.

Ayrıca hatırladığım, zaman darlığı nedeniyle açıklamakta zorlanmamdan dolayı düzensiz olabilecek bazı şeylerden bahsedeyim. Seyyid'e hizmet etmenin bazı faydalarını anlatayım. O, bazı meselelere dikkat eder ve bunları sıklıkla ilahi takdirler meselesiyle ilişkilendirirdi. Bu (tarz) şeyler bizim başımızdan geçer ama üzerinde durmayız.

Belki ilk bakışta çok önemli görünmeyen bir hikâye anlattı, ancak bunu diğer şeylerle ilişkilendirmek önemliydi. Şöyle dedi: "Evimizde bir mecliste oturuyorduk ve bir serçe duvarda hareket ediyordu, bir kedinin geldiğinin farkında değildi. Aniden kedi onu yuttu!" Bu, insanın da başına gelebilecek doğal bir durum. O ise, bu meseleyi ilahi takdirlerle ilişkilendiriyordu. Bu basit hareketin arkasında her şeyin nasıl yürüdüğünü bilen, hikmet sahibi, takdir eden ve rızık veren bir âlim var. Örnek olarak, bu kedinin belki de hesapta olmayan (beklemediği) bir rızkı vardı ve aniden serçenin önünde belirdi, ona ihtiyacı vardı ve onu yedi. Peki ya Allah'a aklen bağlı olan ve Allah'ın rızık verici olduğunu gören insan (ne yapmalıdır o zaman)? O, her zaman rızkı konusunda huzur hissetmeli ve Allah'ın işleri olması gereken şekilde düzenlemeye kadir olduğunu bilmelidir.

Diğer meselelerden biri, Seyyid hazretlerinin her olayda çok iyimser olmasıydı. Öyle ki şöyle derdi: "Dünyanın değişkenliklerini ve hiç kimseye kalmadığını gören kişi, bunun doğal bir şey olduğunu görür." Gerçekten de durum böyledir. Hatta çok meşhur olan ve bazı seyyidlerin de tekrarladığı sözü şuydu: "Beşer, beşerdir." Bu, onun meşhur bir sözüydü. Yani insandan, bir insan olarak olduğundan daha fazlası beklenmez. O yalan söyleyebilir, hata yapabilir, sevdiğini kaybedebilir ve hayat böyledir. Dünya birinin gözünde karardığında, onu (içindeki umutsuzluğu) hafifletmeye çalışırdı.

Bu mesele, takdirlerin böyle olduğunu (kabul) meselesidir. Gerçekten de Seyyid çok sabırlıydı ve başından geçen olaylarda dayanıklı olup tüm geçen şeylere katlanırdı. Ben edepli bir şekilde, değerli ailedeki Seyyidlerin hapiste ve 1991'den sonra ayaklanma olaylarında başından geçenlerin bazılarını anlatmalarını rica ediyorum. Seyyid, Radvaniye'de oradaki seyyidlerin lideri olduğu için en kötü işkence türlerine maruz kaldı. Oradakiler işkence yaparken ona odaklandı. Ancak o, Allah'a hamd ederdi, sabırlıydı ve başkalarını da sabretmeye teşvik ederdi. Ta ki Allah Subhanehu ve Teala onların hepsine kurtuluş ihsan edene kadar (hep böyle kaldı).

İki ilmi konudan bahsedeceğim ve bitireceğim. Bir yöntem var ve değerli kardeşler bunu havza eğitiminden bilirler. Delil getirme yöntemlerinde Seyyid her zaman örfi yönlere odaklanırdı. Hadis ve ayet örfi bir şekilde anlaşılmış olsun diye. Bu konu, onun birçok delil getirmesinde açıktı ve felsefi akli analizlerin hadise yüklenmesi gerektiğini düşünmezdi. Aksine, hadisle örfi bir şekilde ilgilenirdik.

Yani bundan ne anlıyoruz? (diye bakardı) Ardından da - âlimlerin sözlerini tartışırken – ayırt ederdi. Çünkü bazı sözler örfi değildi, yani maksadım (o sözler) hadisle uyumlu değildi. Tabii ki bu iddiama benim birçok delil sunmam gerek. Şimdi basılı eserler ve Seyyid hazretlerinin kitapları aceleyle basıldığı düşünülürse, bu konuda örneğin şunu hatırlıyorum: Âlimler, fesih (akdi feshetme) seçeneklerinde bir mesele zikrederler ve bunlardan biri meclis seçeneğidir. Elbette kardeşler meclis seçeneğinin ne olduğunu bilirler.

İnsan birinden bir şey satın aldığında, mecliste olduğu sürece satışı iptal etme hakkına sahiptir, bu onun için bir seçenektir. Peki meclis seçeneği nedir? İki tarafın belirlediği mesafe ve yer konusunda görüşler farklılık göstermiştir. Yani alıcı ve satıcı, eğer ayrılırlarsa meclisten çıkmış olurlar ve satış zorunlu hale gelir, yani ikisinden biri için bir seçenek kalmaz.

Bu meselede ayrıntılar var. Ayrılma miktarı ne kadar? Belirli midir? Eğer akli hassasiyet hesabıyla olursa, örneğin birkaç santimetre geride kalır kalmaz satış yerinden ayrıldığı kabul edilir. Peki satışın zorunlu olması için kriter bu mudur?

Yoksa başka bir kriter mi vardır? Bunu örfi kriter olarak ifade etti. Ticaret kitabında yazdığı metni okuyorum. Misbah el-Fukaha'nın üçüncü cildinden alıntılıyorum. Bu ifadeyi zikredip şöyle dedi: "Muhayyerliğin (seçebilirliğin) düşmesinde kriter, bir araya geldikten sonra ayrılmanın hakikaten gerçekleşmesidir. Aralarındaki mesafenin bir adım veya daha fazlasıyla yenilenmesiyle (değişmesiyle bunun) gerçekleşmediğinde şüphe yoktur, eğer bu (yeni mesafe) örfen bir araya gelmeyi bozmuyorsa. Örneğin, bir mecliste olduklarında ve yanlarına biri gelip birinin yanına oturduğunda, diğeri bir adım uzaklaşırsa (durumunda olduğu gibi). Aynı şekilde, aralarındaki yüz yüze durumu koruyarak (biri) bir adım geriye giderse (mesela)." Sonra bir aralığın ardından şöyle dedi: "Bundan dolayı, aralarındaki ayrılmanın örfen gerçekleşmesi dikkate alınmalıdır. Yeni oluşan mesafe miktarının bağlı olduğu durumların farklılık göstermesi uzak bir ihtimal değildir ve şu anda bunda bir kural vermemiz mümkün değildir. Aksine, örfi ayrılmayı zikretmekle yetinmek gerekir." Bu kriterdir ve diğerleri problemin kriterlerini zikredebilir. Bunun delili nerede? Belki istihsanlar olabilir... Ancak meseleyi örfe havale ettiğimizde onu doğal görürüz. Şer'i hükümler meselesinde doğal durum bundan ayrılmıştır.



Hızlıca açıklayacağım başka bir usûl-i fıkıh meselesi daha var, sonra onun (Seyyid’in) ifadesine döneceğim. Uzattığım için özür dilerim, ancak onun hayatının çok küçük bir kısmını bile anlatamadım. İstishab kuralının usûl meselelerinden olduğu açıktır. Âlimlerin zikrettiği istishab delilleri bazen sîre (pratikte uygulama), bazen zan, bazen akıl ve rivayetlerdir. Ashab (âlimler) istishab rivayetlerini zikretmeye önem vermiştir. Rivayetlerin başlangıcı Zürâre'nin rivayetleri veya Sahiha-tuz- Zurâre rivayetleridir. Hepsi müzmerdir (gizli), ancak âlimler izmarın münakaşaya (tartışmaya) zarar vermediğini söyler. Sadece burada değil, birçok rivayet veya sahih rivayetlerde de bu böyledir.

Bu, Zürâre'nin ilk sahih rivayetidir. Konuşur ve İmam'a bir veya iki kısa uyuklama hakkında sorar. İmam bunların etkili olmadığını, önemli olanın gözün ve kalbin uykusu olduğunu açıklar. Sonra Zürâre İmam'a sorar: "Eğer (o kimse) yanında bir şey hareket eder ve o bilmezse, bu abdesti bozar mı?" İmam şöyle dedi: "Hayır... Ta ki uyuduğundan emin olana veya açık bir durum ortaya çıkana kadar. Aksi takdirde o abdestinin kesinliği üzeredir."

"Aksi takdirde o abdestinin kesinliği üzeredir." Bu sözü konuyu açıklamak için açıklıyorum. "Aksi takdirde" yani "ve eğer değilse" demektir. Yani açık bir durum ortaya çıkmamışsa, abdestinden emin değilse ve açık bir durum ortaya çıkmamışsa… O zaman ne (yapacak)? Dedi ki: "O zaman abdest alması gerekmez." Neden "çünkü o kesinlik üzeredir" dedi? Bu cevap değil, aksine cevabın yerini alan bir nedendir. Peki cevap nerede? Dedi ki cevap hazfedilmiştir. "Aksi takdirde" yani "ve eğer emin değilse" uyuduğundan emin değilse veya açık bir durum ortaya çıkmamışsa, o zaman abdest alması gerekmez. Neden? Çünkü o abdestinin kesinliği üzeredir. Şeyh-i Azam bunu böyle tefsir etti. Dedi ki cevap hazfedilmiştir, cevap nerede? Hatta "abdest alması gerekmez" diye açıkladı, oysa bu (ifade) rivayette mevcut değil. Dedi ki: Cevap hazfedilmiştir, bu neden ("çünkü o kesinlik üzeredir") cevabın yerini almıştır. Şeyh-i Azam bu meseleye bu şekilde fetva verdi ve ondan sonra gelenler arasında ona katılanlar ve muhalif olanlar vardı.

Katılanlar, gerçekten de Şeyh'in veya başkalarının belirttiği gibi hazfedilmiş bir cevap olduğunu kabul ederler. Muhalif olanlar, Şeyh Nâînî'den önce şöyle dediler: Hayır... "Çünkü o kesinlik üzeredir", bu cevaptır, haber cümlesi inşa için getirilmiştir. Yani o, kesinlik üzerine uygulanmıştır, ta ki istishab kuralından faydalanılsın.

Taife âlimlerinin on kitabından fazlası bu meseleyi tartışır. Şeyh-i Azam şevâhid (deliller) zikreder, ben bir delile dayanacağım. Hz. Yusuf’un (a.s.) kardeşi hırsızlıkla suçlandıktan sonra meselesi. Ayet ne diyor? Diyor ki: "Eğer o hırsızlık yapmışsa, daha önce onun bir kardeşi de hırsızlık yapmıştı."

Şeyh-i Azam gelip diyor ki cevap nerede? Şeyh-i Azam (Murtaza el-Ensari) diyor ki cevap sadece kardeşinin hırsızlığı değil, çünkü kardeşinin hırsızlığı ile Hz. Yusuf'un (a.s.) hırsızlığı arasında bir ilişki yok. Cevabın bir nedeni olmalı, birincisi ile ikincisi arasında bir bağlantı olmalı, neden ve sonuç ikisi de bir gerekliliktir. Kardeşin hırsızlığı ile Hz. Yusuf'un (a.s.) hırsızlığı arasındaki ilişki nedir? Hiçbir ilişki yok. O halde cevap nerede? Yani eğer çalarsa, eğer çalarsa önemseme, üzülme, şaşırma, daha önce bir kardeşi de çalmıştı.

Böylece cevap: eğer çalarsa şaşırma, sanki hırsızların olduğu bir aileden geliyor gibi. Cevap "şaşırma" veya bu Şeyh-i Azam'ın takdiridir. Diğerleri de buna göredir.

Üstadımız Seyyid (Allah sırrını kutsasın) el-Muhkem'de başka bir şey zikretti. Dedi ki cevap hazfedilmemiştir. Bizde bir kural var ve değerli kardeşler bilir ki hades (olay) öze aykırı durumdadır, bu yüzden zikredilen bir şey olmalıdır. Örneğin, büyük muhteremler bunu hiç mi göremedi? Hayır, göremediler değil; ancak meselenin kendisinin yönlendirilmeye ihtiyacı var.

(Ayette bahsedilen) Hz. Yusuf'un (a.s.) hırsızlığının kardeşinin hırsızlığıyla nasıl bir ilişkisi olabilir ki? Seyyidimiz bunu kabul etmedi. Dedi ki: Cevapta rivayet-i şerîfede geçen nedenin aynısı var. Zürâre'nin rivayetinden bahsediyor, aynı neden dediği ("Aksi takdirde o yakîn (kesinlik) üzeredir") bu cevaptır. Peki bu cevabı nasıl belirleriz? Dikkat edin Seyyid ne diyor. Seyyid bu ifadeyi kullandı ve ben bunu Hz. Yusuf (a.s.) hakkında söylediklerimize uyguluyorum. Diyor ki: Görünen o ki bu hazif… Ki bunu el-Muhkem'de altıncı cüzde istishab rivayetlerinde teâdül ve terâcuh'tan önce zikretti. Dedi ki: Görünen o ki hazif, Arapça kurallarını korumak için bir müsamahadan hali değildir.

Öncelikle bu sorunu tespit edelim. Hazif yok. Arapça kurallarını koruyor ve bu bir şart-cevap durumudur. Nasıl mı? Bir noktaya dikkat edin, diyorum ki bunu âlimlerde bulamadım ve o, cevabın zikredildiğini ve bunun da nedenin kendisi olduğunu seçti. Amaç tenbihtir (dikkat çekmektir), bu ifadeye dikkat çekmektir (diyor).

Çünkü şartın kendisi ona ihtiyaç duymanın nedenidir. Örneğin ayet "Eğer o çalmışsa, gerçekten daha önce çalmıştı" diyor ki bu "gerçekten daha önce çalmıştı" cevaptır. Kardeşin hırsızlığı ile Yusuf'un hırsızlığı arasındaki ilişki nedir? Diyor ki şart nedir, "Eğer o çalmışsa" işte bu şarttır. Bu yüzden konuşan kişinin şartla ilgisi olan bir meseleye dikkat etmesi gerekir. Yusuf'un hırsızlığının kardeşin hırsızlığıyla ilişkisi olduğuna dikkat çekmek oluşsal bir ilişki değildir, aksine konuşan kişi (bir şeye) dikkat çekmek istemiştir.

Neden Yusuf'un hırsızlığını getiriyor? Bir meseleye dikkat çekmek istiyor, cevap (karşılık) budur. Ancak (delil olarak) getirilişi, dikkat çekmek amacıyladır. Diyor ki rivayetteki cevap (karşılık) da, "Çünkü o abdestinin kesinliği üzeredir"dir. Bu cevaptır, şart nedeniyle dikkat çekmek için getirilmiştir, çünkü bu abdestle ilgili bir meseledir. Bu, rivayeti anlamada yeni bir ilmi noktadır. Bunu yapmasını sağlayan şey, onun (Allah ruhunu kutsasın) Arapça kurallarına hakimiyetidir. Bu nokta, dikkat çekmek için dediğinizde yani ondan faydalandığınızda bir fayda sağlar.

Bu mesele, "meseleden uzak" dediğimiz örfi meseleye benzer. Bana ‘bu, buna karşılık mıdır?’ diye söyleyebilirsiniz. Ben ilmi bir yönden bahsediyorum. Yoksa konuşan kişi Şeyh'in görüşünü destekler, Şeyh Nâînî'yi destekler, hocalarımızı destekler.

Bahsettiğim bir başka konu da şudur: İlmî görüşlerin kısmi olduğunu ve sahibinin getirdiği şeyin doğruya uygun olduğundan emin olduğunu bilirsiniz. Medresenin ve içtihadın doğası buna dayanır. Bu, medresenin bereketlerinden biridir; içtihat gücünün, görüşlerin bir şekilde tartışıldığı bu yöntemle olmasıdır. Rivayet açısından belirtilen sebep budur der, hükmün istishâbı ve ona dikkat çekilmesidir der.

Gerçekten, hocamız Seyyidimiz’in (Allah ruhunu kutsasın) makamında kusurlu olduğumu itiraf ederek bitirmek zorundayım. Onun bize olan güzel, lütfu bol ve mübarek dersinin bereketlerinden faydalanmamız vesilesiyle, Allah'tan bu ilmi yapının inşallah saygın ailede devam etmesini ve hocamız Seyyidimiz’i geniş rahmetiyle, özellikle de hüzün aylarında, İmam Hüseyin'in (ona selam olsun) aylarında rahmetiyle kuşatmasını diliyorum. Seyyid’in vefatı, Kerbela olayının kahramanlarından biri olan Hz. İmam Zeynelabidin'in (a.s.) şehadet yıldönümüne denk gelmişti.

Allah'tan, özellikle İmam Hüseyin ve İmam Zeynelabidin'in (ikisine de selam olsun) şefaatine nail olmasını ve bilhassa mübarek kabrinin yakınında yer aldığı Emirü'l-Müminin'in (Allah'ın selamı üzerine olsun) pâk kabrinin bereketiyle O’nun şefaatine nail olmasını niyaz ediyoruz. Yüce Allah’tan herkese başarı vermesini diliyoruz. Son duamız, alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun’dur.
Okur yorumları
Yorum bulunmuyor
Yorum ekle
İsim:
Ülke:
E-posta:
Paylaş: