İlimler Havzası Medresesi Hocası Allame Seyyid Ahmed es-Safi, Mübarek Ramazan Ayı 1446'da Ebu Hamza Sumali Duası'nın Şerhine Dair İlk Seminerini Verdi

İlimler Havzası Medresesi Hocası Allame Seyyid Ahmed es-Safi, Mübarek Ramazan Ayı 1446'da Ebu Hamza Sumali Duası'nın şerhine dair ilk ilmî seminerini verdi. Seminere Mukaddes Hz. Abbas (a.s.) Türbesi’nin yetkilileri, hizmetlileri ve din ilimleri öğrencilerinden oluşan bir topluluk katıldı.



Bu seminer, İmam Seccad'ın (a.s.) Ebu Hamza Sumali Duası'nın şerhine dair Allame Safi’nin geçmiş yıllarda sunduğu seminerler dizisinin bir devamı olup, bu mübarek ayda yeniden başlamıştır. Seminerler bu duanın içeriği ve manalarını ele almaktadır.



Allame Seyyid Safî, seminerlerinin ilkinde; noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Allah’ın rahmeti ve müminlerin O'nun rahmetini talep etme konusundaki gerçek yarışının önemine değindi. Bu rahmet her şeyi kuşatmıştır, özellikle de Mübarek Ramazan ayında. Ayrıca Ebu Hamza Sumali Duası'nın, müminin tefekkür edip uygulaması gereken bir dizi terbiyevî değerleri temsil ettiğini açıkladı.



Seminer metninde şöyle geçmektedir:



Bismillahirrahmanirrahim



Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a, salat ve selam O'nun en hayırlı yaratılmışı Ebul Kasım Muhammed'e (s.a.a.) ve onun tertemiz Ehlibeyt'ine olsun.



Öncelikle Yüce Allah'tan bu mübarek ayı herkes için hayırlı kılmasını, ibadetlerin ve amellerin kabul edilmesi ve derecelerin yükselmesi için vesile olmasını niyaz ediyorum.



Bu değerli duaya başlamadan önce, beni güzel sözleri ve övgüye değer fiilleriyle kuşatan tüm sevgili kardeşlerimize teşekkür ediyorum. İnanıyorum ki benim hakkımda mübalağa ettiler. Gerçekte ben, günahların sırtını ağırlaştırdığı bir kul olmaktan başka bir şey değilim. Allah Tebareke ve Teala'dan, özellikle de Allah Tebareke ve Teala'nın bize en üstün lütuflarının olduğu bu şerefli ayda kardeşlerimin bu kula dua etmede lütufkâr olmalarını diliyorum.



İnsan, kardeşlerinin sevgisi arttıkça sorumluluğu da artar. Aslında beni kuşatan sözlerin ve duaların onda birini bile karşılamaktan acizim. Bunu Allah Tebareke ve Teala'nın katında hesap ediyorum, O size en mükemmel karşılığı versin ve sizi, ailenizi, ilgili olduğunuz herkesi ve sevdiklerinizin hepsini sadece hayır (işlerken) görsün. Allah Teala sizi fitnelerin saptırıcılığından uzak tutsun, amellerinizde ve sözlerinizde daima bereket versin. İnşallah ben de sizler için daima dua edeceğim.



Hepimizin üzerinde yarışabileceğimiz tek şey, ilgimizden ayrılmaması gereken "Allah Subhanehu ve Teala'nın rahmeti" projesidir.



Şüphe yok ki biz yaratılanlar olarak varlıkların bir parçasıyız ve Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Ben bir insan olarak bu varlıktaki şeylerden biriyim ve isteğim, Allah Subhanehu ve Teala'nın rahmetiyle kuşatılmaktır.



Bu dua, özellikle bu rahmetlerin çokça indiği bu mübarek ayda talep edilir. Allah Teala'dan, ömrümüzü uzattıkça, bu ömrün Allah Teala'ya itaat içinde geçmesini diliyoruz ve O'na isyan içinde geçmesinden O'na sığınıyoruz. Eğer ömür O'na isyan içinde geçerse, insan o zaman kesinlikle günahı artmaması için ölümü temenni eder, çünkü bunun etkileri vardır. Yüce Allah'tan herkese af ve mağfiret ihsan etmesini ve kardeşlerin tüm gayretlerine bereket vermesini diliyoruz. Hamd, başta, sonda, açıkta ve gizlide Allah'a mahsustur.



Elbette bu şerefli dua, Ebu Hamza Sumali Duası, mübarek Ramazan ayında müminler için açık meselelerden biri haline gelmiştir. Bu dua hakkında geçmişte çokça konuştuk, ancak her dönemde bir uyarıya ihtiyaç duyarız. Buna delil demiyorum - çünkü delil, istidlal gerektiren teorik meseleler için olur - ben buna "uyarı" diyorum, çünkü uyarı bedihî (aşikâr) meselelerle ilgilidir ki insan bu anlamı kendisinde teyit eder etmez bunlara dikkat eder.



Bu şerefli dua, bir dizi terbiyevî paragraftan ibarettir ve insan daima her paragrafı, kendisini onun vasıtasıyla terbiye etmeye çalışmak için tefekkür etmelidir. Bu, İmamlar’ın (a.s.) mucizelerinden ve kerametlerindendir.



İmamlar’ın (a.s.) müminler ve Şiileriyle muamele tarzı farklıdır. Onlar çoban, biz ise sürüyüz. Onlar sürülerini bu dünyanın zorluklarından kurtarmaya çalışırlar. Hatta İmam (a.s.) birisiyle saptırıcı fitnelerden ve ahir zamandan bahsederken, bu kişi korkuya kapılmaya başladı. İmam (a.s.) şöyle dedi: "Bizim emrimiz, bu güneşten daha aşikârdır”, çünkü İmamlar (a.s.) neredeyse her şeyi açıklamışlardır.



İmamların (a.s.) hadislerine yaklaştıkça, imanımız ve aynı zamanda bağışıklığımız artar. İmamlar 250 yıl boyunca, yani iki buçuk asır boyunca müminlerle nasıl muamele ettiler? İmamlar (a.s.) Şialarını... müminleri, onlara fıkhî, akidevî, ahlakî ve terbiyevî meseleleri öğreterek yetiştirirlerdi. Hiçbir şeyi açıklamadan bırakmadılar. Pâk İmamlar’ın (a.s.) mirasıyla ilgili bir uyarıya ihtiyacımız var ve onu nasıl okuyacağımızı bilmemiz gerekiyor. Birisi itiraz edip şöyle diyebilir: Okumak kolaydır! Ben abc okur gibi okumasını kastetmiyorum, nasıl tefekkür edeceğimizi, teşrî metniyle, ister Kur'anî metin olsun ister Peygamber ve Pâk İmamlar’ın (a.s.) ağzından çıkan metin olsun, (bu metinlere) nasıl muamele edeceğimizi kastediyorum. Bu mirasa büyük bir ilgiyle (nasıl muamele edeceğimizi…)



Şimdi Nehcü'l-Belağa'yı yüceltiyoruz ve onu yüceltmek hakkımızdır. Ancak Nehcü'l-Belağa ile, Müminlerin Emiri’nin (a.s.) - ki O ümmetin İmamı'dır - istediği anlamda muamele etmek, çoğu kişide gerçekleşmeyen bir husustur; sadece bunu düşünen azınlıkta gerçekleşir. Sahife-i Seccadiye ile muamele ediyoruz - mesela - ve onu övüyoruz, ancak gerçekten Sahife-i Seccadiye ile yaşamak, buna sadece azınlık nail olur.



Ebu Hamza Sumali Duası, Ramazan ayı duaları, keza bu duadan kesinlikle kastedilen, içindeki anlamdır. İnsan Allah'ın huzurunda durur, talep eder, bağışlanma diler ve dua eder. Ancak İmam'ın (a.s.) duanın telifinde açıkladığı yöntem, hissetmemize rağmen açıklamaktan aciz kaldığımız bir şeydir. İmam (a.s.), belagatında, ilminde ve düşüncesinin derinliğinde, Allah Subhanehu ve Teala ile dua etme yöntemini açıklar ve bu, eğer uygularsa müminin davranışlarına olumlu yansır.



Hz. Peygamber (s.a.a.) şöyle buyurmuştur: "Rabbim beni edeplendirdi ve edeplendirmemi güzel yaptı." Hz. Peygamber (s.a.a.) ümmetine düşkündür ve ilimden ve insanın terbiyesi, tekâmülü ve iki yurttaki mutluluğuyla ilgili olan her şeyi Müminlerin Emîri’ne (a.s.) vermiştir. Müminlerin Emîri (a.s.) de ümmetine düşkündür ve Hz. Peygamber'den (s.a.a.) miras aldığı her şeyi Hz. İmam Hasan'a (a.s.), sonra O da Hz. İmam Hüseyin'e (a.s.) aktarmıştır. Bu, bizim bildiğimiz nübüvvet mirasıdır. Böylece (sırayla devam etmiş ve) Hz. İmam Hasan el-Askeri'ye (a.s.) kadar ulaşmış, sonra Hüccet İmam’a (a.s.) verilmiştir. İmamlar’dan (a.s.) bize iki yurtta fayda verecek şeyler, iki buçuk asır boyunca sâdır olmuştur. Geriye kalan şeyler ise hâlâ Sahibü'z-Zaman'ın (a.f.) yanında mahfuzdur. Ancak şimdiye kadar sâdır olan, kurtuluş için bu miktar yeterlidir. İşte bu yüzden İmamlar (a.s.) bizi Allah Tebareke ve Teala'ya yaklaştırmak ve şeytandan uzaklaştırmak için çok hırslıydılar. Sebebi nedir? Çünkü şeytan kendi üzerine bir söz almıştır, bu söz de "onların hepsini saptıracağım"dır. Daha önce belirttiğimiz gibi şeytanın görevi azdırmaktır, bu nedenle bizi hiçbir şekilde kendi halimize bırakamaz. Dolayısıyla ondan sakınmak zorundayız. İnsan Allah Teala'ya ibadet eder, O'na dua eder ve kurbet (O’na yaklaşma) vesilelerini yerine getirir, ancak gafillerden olmamalıdır. Duada bu paragraflar daha önce de bize geçti. Yani insan şeytana karşı kesin bir gözetim sahibi olması için hiçbir zaman gafil olamaz, yaptığı şeyle ilgili bir basirete sahip olma çabası yoluyla (gafletten korunur).



Hz. İmam Sadık (a.s.) da hatırlatma babından bir (konuya) işaret ediyor. Biz daha önce bu duada, önceki konuyu sonraki ile bağlamak için konuştuk: "Sevabımı senden başkasına ibadet edenin sevabı kılma. Çünkü bir topluluk var ki kanlarını korumak için dilleriyle iman ettiler ve ümit ettiklerine eriştiler. Biz ise sana dilimiz ve kalbimizle iman ettik ki bizi affedesin. Bizi de ümit ettiğimize eriştir ve ümidini göğsümüzde sabit kıl." Bu paragrafın açıklamasını daha önce bitirdik. Şimdi şu sözüyle başlıyoruz: "Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet ver. Şüphesiz ki sen çok bağışlayansın." Bu şerefli ibare, Âl-i İmran Suresi'nin sekizinci ayetinin içeriğidir. Onda şu anlam var: "Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet ver. Şüphesiz ki sen çok bağışlayansın." Ayet "muhkem ve müteşabih" ve "ilimde derinleşenler" hakkında konuşuyor, sonra bu dua (yapılıyor). Duayı tekrarlayalım ki üzerinde duralım, çünkü içeriği çok büyüktür: "Rabbimiz, kalplerimizi saptırma" bu ilk bölüm, "bizi hidayete erdirdikten sonra ve katından bize bir rahmet ver. Şüphesiz ki sen çok bağışlayansın."



Buradaki "saptırma" meyletme anlamındadır. Bazen insan için "onun başına bir sapkınlık geldi” denir, yani inhiraf etti (yolundan saptı). Bu bölümde dua eden, Allah Teala'dan şerefli ayetten alınan bir dua istiyor: "Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet ver. Şüphesiz ki sen çok bağışlayansın." (Âl-i İmran 8) Kalplerimizi meylettirme.



Bu ne zaman istenir?



Ayetteki inceliğe bakın: "Bizi hidayete erdirdikten sonra". Yani burada tehlikeli görünebilecek bir mesele karşısındayız, o da insanın hidayete erdikten sonra, kalem ondan kaldırılıp işin bittiği ve bu kişinin artık hidayete ermiş olduğu söylenemez! Aksine ömrünün sonuna kadar hidayete ermiş olması gerekir.



Mesele öbür türlü değildir. İnsan - dediğimiz gibi - sakınmak zorundadır çünkü sapması mümkündür ve bu sapma insanın dünyada varlığını tehdit eden şeylerden sayılır. "Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi saptırma." İnsanın kalbi nasıl sapmaz? İnsan der ki ben hidayete ermişim, Allah Tebareke ve Teala'ya, Resulüne, kitaplara, meleklere, İmamet'e inanıyorum ve amelim de iyidir. Buna rağmen Kur'an-ı Kerim bu dua ile dua etmemiz gerektiğini söylüyor: "Kalplerimizi saptırma." Çünkü kalp meylettiğinde müspet şeyleri keser, böylece meyil ve inhiraf için şartlar hazırlanır.



Mesela insan dünyayı sevmeye karar verdi, ancak bu durum yüzüne ve davranışına yansımadı. Neden? Sadece önünde nefsinin içindekilerini ortaya çıkaracak bir fırsat olmadığı için. Ancak o içinde dünyayı seviyor. Görünüşte o hidayete ermiştir ve müminlerin yaptıklarını yapar, ancak nefsinin içinde fırsatı değerlendirmek için bekler.



Bazı rivayetlerin içeriğinde, bazı kişilerin gece namazı gibi salih ameller yaptığı, ancak (dünyayı batıl yoldan elde etmek için) fırsat geldiğinde, kullanılan ifade “ona atladılar” diyor, bu hadis-i şerif daha önce geçti, çünkü insan fırsat gelir gelmez değerlendirmek için bekler. Bu nedenle insan her zaman tedbirli olmak zorundadır.



Bazı salihler takva ile meşhurdur, sorar ve der ki: "Yusuf'un (a.s.) yerinde olsaydım ne yapardım?" Burada akıllı kişinin cevap üzerine tefekkür etmesi gerekir.



Nebi Yusuf'un (a.s.) önünde günahın tüm sebepleri vardı. Çünkü karşı taraf Züleyha idi ve Aziz'in karısıydı, herkes ona itaat ederdi. Yusuf Peygamber (a.s.) onun isteğini reddettiğinde, Allah Teala onu çirkinliği işlemekten korudu. Hz. Yusuf'un (a.s.), şartların hepsi ona müsait olsa bile Allah Tebareke ve Teala'ya ihanet edemeyeceğini fark etmesiyle. Salih kula Peygamber’in yaptığını yapıp yapamayacağı sorulduğunda, cevap üzerine düşündü, sonra şöyle dedi: "Keşke o saat hiç var olmasaydı." "Evet, ben Yusuf'un yaptığını yaparım" demedi, "keşke o saat hiç olmasaydı" dedi. İmtihan vakti insana zor günlerdir. Şerefli rivayet, hastalığa müptela olan insan hakkında şöyle der: "Ona şu kadar ecir vardır", sonra İmam şöyle der: "Ancak Rabbinizden afiyet dileyin." Sahife'de bir dua var, afiyet duası. İnsan hastalık, şiddet, fakirlik gibi şeylere müptela olduğunda, doğal halinde kalacağı belli değildir, çünkü bunlar sapmanın sebeplerindendir.



Hz. Peygamber'in (s.a.a.) şahsiyetine bakın, büyük bir şahsiyet, semadan haberler getirmesi bakımından. Bu mübarek varlığın benzeri yoktur, şüphesiz o konuşmasında, yürüyüşünde, ahlakında, her şeyde herkesi hidayete çeker. Fakat bazıları Peygamber (s.a.a.) zamanında olmasına rağmen onun hidayetiyle hidayete ermekte başarılı olamadı. Hatta bazıları görünüşte Peygamber (s.a.a.) ile birlikteydi, ancak Uhud savaşı gibi bir savaş meydana geldiğinde, bir tür sarsıntı, endişe yaşardı. "Ben Peygamber'e (s.a.a.) nasıl olursa olsun inanıyorum" der, bu dilindeki bir sözdür, ancak gerçekten imtihan edildiğinde kendini görür, hayır! Şüphe etmeye başlar, sorun çıkarmaya başlar, İmam'a (a.s.) da öneri sunmaya başlar! Şüphe etmeye başlar, “İmam'ın (a.s.) tutumunun doğru olduğunu kim demiş??” der. Şeytan ona, “İmam'dan (a.s.) daha fazla bilgisi olabileceğini” fısıldamaya çalışır!!! O kimse gelip İmam'a (a.s.) açıklamaya kalkışır, sonra da (yanlışı söylenince) İmam'a (a.s.) itiraz eder.



Bu, sapmanın türlerinden biridir, neden? İnsan rahatlık halinde olduğu sürece itaat üzere nefsini yerleştirir, ancak zorluklar karanlık bastığında ve insan şiddetle imtihan edildiğinde, insanın olduğu halde kalacağı belli değildir!!



İmamların ashabından biri meşhurdu, İmam (a.s.) vefat eder etmez - olay meşhurdur - İmam'ın (a.s.) ölümünü inkâr etti!! Sadece kalbî inanç olarak inkâr etmedi, bilakis İmam Kazım'ın (a.s.) İmam Mehdi (a.s.) olduğuna gerçekten inandı!!! Nefsinin içinde İmam'ın (a.s.) öldüğünü biliyordu, ancak yanındaki mallara tamah ederek, akidesini tamamen değiştirdi!! İmam Rıza (a.s.) şöyle diyor: “O Kabrini ateşle doldurdu” (bu olay sonrasında). Yanındaki mallara tamah ederek İmam Rıza’nın (a.s.) zamanında öldü. Oysa o büyük bir şahsiyetti, sıradan, marjinal bir şahsiyet değildi. İmamlar’ın (a.s.) huzuruna girerdi ve rivayetler naklederdi. Bizde ona nispet edilen bir grup rivayet vardır, Ali b. Ebi Hamza el-Betaini ve benzerleri (yoluyla gelen).



O kimseleri buna iten nedir?! Onları buna iten şey sapmadır. Sanki bu kalpler kendilerine gelen her şey için kendilerini alıştırmamışlardı, nefsi sınandığı anda belaya düştü.



Hz. İmam Hüseyin (a.s.) şöyle buyurur: "İnsanlar dünyanın köleleridir, din onların dillerinde bir yalaktır. Onu, geçim kaynakları devam ettiği sürece korurlar. Belaya maruz kaldıklarında ise dindar olanlar azalır." İmam (a.s.) istisnai bir durumu nakletmedi, aksine normal bir durumu nakletmiştir. İnsan imtihan edildiğinde, imtihan dışındaki aynı insan değildir. Evet, İmamlar (a.s.) insanlarla zahirlerine göre muamele ettiler ve İmam (a.s.) filancanın akıbetinin şöyle şöyle olacağını bilir, ancak zahire göre muamele eder. Bu, âlimlerle ilişkimize de yansır. Biz âlimlere itiraz etmekle emrolunmadık. Furuatta taklit tüm işlerimizde hâkimdir. Bu yüzden insan bir vakitte durumu taşır. İnsan genellikle aceleci olup durumu taşıyamaz, daima itiraz etmek veya karşı çıkmak ister. Bu bir sapmadır. O kimse hidayete ermişti, yani o münafıkların safında değildi, kâfirlerin safında da değildi. Evet, o hidayete erenlerin silsilesindeydi, ancak insanın kalbi onlar arasından bir anda haktan başkasına meyledebilir.



Zübeyir'in hikayesi malumdur. Müminlerin Emîri’nin (a.s.) faziletlerine tahammül edemedi. Müminlerin Emîri (a.s.) anıldığında, "Ali'de kibir var!" derdi. Tahammül edemedi. Sonuç nedir? Müminlerin Emîri (a.s.) ile savaştı. Fırsat oluşur oluşmaz, Peygamber (s.a.a.) rıhlet edince, o da özel bir varlığı olan bir şahsiyet olmayı arzu etmeye başladı!!! Kendi içinde Müminlerin Emîri'e (a.s.) boyun eğmeyi kabul etmedi. Evet, (öyle yapmadı ama) Müminlerin Emîri’nden (a.s.) başkasına boyun eğdi!! Müminlerin Emîri (a.s.) ile savaştı, bu da bir sapmadır.



İnsan dünyada imtihanlara maruz kalır. Şimdi sabah kalkıp bir kâğıt ve kalem alarak kendisi ile Allah Teala arasında nefsini muhasebe etmeyi deneyebilir. Neden Zeyd'den (Ya da Ahmet’ten, Mehmet’ten) hoşlanmıyorum? (Diye kendi kendine sorabilir) Kimse seni (öyle düşünürken) duymaz duymasına da ey insan, nefsini muhasebe edecek gerçek bir gücün var mı? Çünkü ona haset ediyorum, sabit (bir gerçek var ortada). Filan bana bir şey yapmadı ama ben ona haset ediyorum!! İnsanlar arasında seviliyor, ilişkisi iyi, bir menkıbe ile anılıyor, ben bir menkıbe ile anılmadım, filan bir menkıbe ile anıldı, ona eziyet etmeye başlar. Bunların hepsi sapmanın bir türüdür.



Böylece insan üzerinden çok şeyler geçer, nefsini gözetmesi gerekir. "Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin", bu Ehl-i Beyt'in (a.s.) metodudur. Şerefli ayet "Rabbimiz, kalplerimizi saptırma" muhkem ve müteşabih içeren bir konuda gelmiştir. İçinde muhkem ve müteşabih olan şerefli ayetler (olan bir konuda). Kalbinde sapma olan, muhkeme gitmez, açık olana gitmez, müteşabihe gider, haktan uzaklaşmak için şeylerle bahane bulmaya çalışır.



Mesele gerçekten sabır, anlayış, bilinç gerektiriyor, sadece ilim gerektirmiyor, dikkat edin, sadece ilim gerektirmiyor, ilim ve nefis kontrolü, sapmamak için. İblis âlimlerden biriydi, neler yapardı, neler ederdi? Ancak İblis, teşride nefsinin arzuladığı şekilde kıyası kullandı!! Allah Tebareke ve Teala'ya itaatten çıktı, ilmi ona fayda vermedi.



Yani ilime ek olarak, eğitilmiş, takvalı bir nefse ihtiyacımız var. Müminlerin Emîri’ne (a.s.) Ramazan ayının başında soruldu: "Ramazan ayında en faziletli amel nedir?" Dedi ki: "Allah'ın haramlarından sakınmak." Takva bir emirdir, genellikle, daima, istenir, ancak Ramazan ayında özel bir önemi vardır.



Daha önce belirttiğimiz gibi, şeytanlar bu ayda zincirlenmiştir, cehennem kapıları kapalı ve cennet kapıları açıktır. Bu nedenle insanın kendisini takvalı olmaya alıştırması için bir fırsattır. Bu kelime ne kadar güzel ve ne kadar zordur. Yok demiyorum, maşallah birçok mümin böyledir, maşallah sıfatları şüphesiz benden çok daha iyidir, ancak insanın dikkat etmesi gerekir. Diyor ki: "Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet ver. Şüphesiz ki sen çok bağışlayansın." Fiil ve isim arasındaki uyum ifadesi, "bize bağışla", Allah Teala'nın isimleri ile talep arasındaki ilişkiyi daha önce belirtmiştik, "katından bize bir rahmet bağışla" diyor, onu nasıl nitelendiriyor? "Şüphesiz ki sen çok bağışlayansın." Bizde "bağışlayan" ve "çok bağışlayan" var, her ikisi de Allah Teala'ya dönen bir sıfattır. Vergileri, hayırları, hediyeleri bağışlayan Allah’tır.



Bazen de (farklı olarak), Allah'la O'nun çok bağışlayan olduğu şekilde muamele ederim, içimde Allah Tebareke ve Teala'nın bana verdiği (nimetleri, lütufların) hissine varırım. "Allah'ın nimetini sayacak olsanız, onu sayamazsınız." Bu söz mecazi bir söz değil, hakiki bir sözdür. Allah Teala'nın nimetlerinden her nimet, insan onu sayamaz. Allah Teala çok bağışlayandır.



İnsan, Allah Teala'dan rahmetinin artması için dua etmekten çekinmemelidir, kul çekinmemelidir, daima talep etmelidir. Çünkü her şey Allah Tebareke ve Teala'dandır ve kul ona muhtaçtır. Allah, o kulu terbiye babından, onun faydasına olduğu için - Allah için değil - onun sözünü duymak ister.



Rivayet-i Şerîfe’nin içeriğinde belirtildiğine göre, bazı fasıkların duası kabul edilir, mümininki ise ertelenir. Bunun felsefesi, rivayetin açıkladığı gibi: Çünkü Allah Teala kulun duasını, şikâyetini, mazlumiyetini duymayı sever. Ona "Ya Allah" demesini duymayı sever. Bu incelik, bu Rab ile kulu arasındaki ilişki onun terbiyesi içindir. Ne güzel Rabbimizdir Rabbimiz







Seyyidü'ş-Şüheda (a.s.) düşmanlarına hitap ederek şöyle der: "Siz ne kötü kullarsınız." Çünkü Allah Teala çok bağışlayandır, Allah verir, bize rahmet bağışlamıştır. Rahmet hakkında daha önce çokça konuştuk ve konuşmaya devam edeceğiz. Bu rahmet insana verildiğinde ve rahmet, daha önce söylediğimiz gibi gazabı geçer.



Rahmet ve gazap arasında bir yarış vardır, başlangıçtan sona bir yarış. Yani başlangıç noktasından bitiş noktasına. Rahmeti gazapla beraber düşünürsek, birlikte yarışırlar ve yarışın bir başlangıcı ve sonu olması gerekir. Şimdi tek başına koşan birini görürsen, buna yarışıyor demezsin, eğlenmek istiyor dersin. Yarışan kişinin bir hedefe ulaşması gerekir. Bu şimdi bilinmektedir, yarışlar kim kimi geçecek? Bu noktadan şu noktaya başlar ve her insan gayretiyle arkadaşından önce hedefe ulaşmak ister. Rahmet, bir sonun ulaşmak üzere (yapılan yarışta) gazabı geçer. Son nerededir? Sonları ben ve sensin.



Gazabın ben kul üzerine inmesi için sebepler vardır da vardır, evet çünkü ben isyankârım. Ve rahmetin de sebepleri vardır. Allah Teala rahimdir, rauftur. Allah Teala hannandır (pek şefkatlidir), menanndır. Bu vakit, adeta rahmet vakti olarak hazırlanmıştır. Öyleyse rahmet, insana ulaşmada gazabı geçer ve böylece her şey biter.



İnsanın cennete girip sonra cehenneme çıkması gerekmez, aksine cehennem ehli, Allah'ın (Subhanehu ve Teala) rahmeti gelip çıkmaları için (ola ki bizi de kapsar diye) boyunlarını uzatırlar. Bu umuttur. Cennet ehli cehenneme gider mi peki? Hayır. Bu yüzden "Kalplerimizi hidayetten sonra saptırma" der. Ey İlahım, bizi daima hidayet silsilesinde kıl ve bize katından bir rahmet bağışla. "Bağışla"ya bakın, bağış şartlar gerektirmez. Allah (Subhanehu ve Teala) kendisinden başka kimsenin bilmediği bir maslahat için irade ettiğinde, bu rahmeti bağışlar. Hz. İmam Sadık'tan (a.s.) rivayet aktaran bazı raviler İmam’ın o raviyi, Allah Teala'dan ona bağışlamasını dilediğini ve Allah Teâla’nın o raviyi de İmam’a (O’nun rivayetlerini aktarıcı bir kimse olarak) bağışladığını diliyor. Ravi ya Bükeyr idi veya başkasıydı. Bakınız, onu Allah Teala'dan bağışlamasını diledim, Allah onu bağışladı (diyor) Allah Teala bir şeyi bağışladığında iş biter, bu bağışın genişliğine girdik. Allah az bağışlamaz, bu O'na yakışmaz. Allah, Subhanehu ve Teala'nın rahmetiyle, ihsanıyla uyumlu olan şeyi bağışlar. Bu nedenle bu ifade daima rahmetle genişledi, sadece rahmet değil, bu rahmet her şeyi kuşattı.



Şimdi zihnindeki şeyleri ne tasavvur ediyorsun, rahmet daha büyüktür. İmam (a.s.) Allah Teala'nın rahmetini yağdırmak istiyor, bu rahmeti istiyoruz. Allah Teala'dan bunu istedi, dedi ki: "Katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz ki sen çok bağışlayansın." İmam Sadık'a (a.s.) bakın, bu paragrafa geçmeden önce, Ayyaşi'den nakledilen çok hassas bir ifade, şöyle diyor: “Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi saptırma demeyi çoğaltınız.” Sonra dedi ki: "Ve sapmadan emin olmayın." Son derece muhteşem bir kelime, demeyi çoğaltın ama sapmadan da emin olmayın.



İmamların (a.s.) bazı çocukları, o zamanın halifesine gider, ona "Aynı anda iki halife!" der. Halife "Kim?" diye sorar. "Sen Bağdat'ta, Musa b. Cafer (a.s.) Medine'de" der. Burada İmam Kazım'ı (a.s.) ihbar ediyor!! Üstelik İmam Kazım (a.s.) onun amcası olduğu halde, neden?! O bir sapma (hali çünkü), başka bir şey değil.



Bu pek saygın, pek şerefli evde yaşadı, ama buna rağmen başkalarının yanında olan şeye tamah ediyor!! Bir avuç dirhem (elde etti), o da hızla tükendi ya da onu da elde edemedi bile belki!! Bu bir tür sapmadır, sapmaya düşmekten emin olmayın.



Kur'an'da, içinde bir nükte veya ilmî bir işaret olmayan bir talep veya dua yoktur. Bu nükte insan içindir, çünkü daima dini selamette olmak zorundadır. Bu önemli başlıktır, diğer işler kolaydır.



İnsan hastalıktan, fakirlikten, hayatın baskılarından eziyet görebilir, ancak kaybetmemesi gereken bir şeyi vardır, o da dinidir. Bunlar İblis'in geçitleridir, ölüme kadar bizimle vesvese eder. Hz. İmam'ın (a.s.) Sahife-i Seccadiye'de çocukları için duası bu anlamdadır. İblis ölüme kadar kalır, hatta o saatinde bile!!! Şehadet getirmek istediğinde İblis önünde durur ve sana "Bu kelimeyi söyleme!!" der. Hatta güvenilir kişilerden birçok hikâye var bu konuda, evet takvalı bir mümin (aldanmaz) ondan kaçar (tabii).



İblis'in âlimler gibi, ve onlardan önce - şüphesiz - Masumlar (a.s.) gibi bu büyükler üzerinde sultası (otoritesi) yoktur. Ancak (masum olmayan) insan - Allah korusun - sapmadan emin olmamalıdır.



Sonra dedi ki: "İzzetine andolsun ey Efendim, beni azarlasan da kapından ayrılmam ve sana yalvarmaktan vazgeçmem. Kalbime kerem sahibi olduğun ve rahmetinin genişliği hakkında ilham ettiğin için." Sonuna kadar... Bu cümleye gelelim, dedi ki: "İzzetine andolsun." Yemine bakın, insan yemin eder, ancak Allah'a ne ile yemin eder? Bazen ona Resulullah (s.a.a.) ile yemin ederim, ona İmam (a.s.) ile yemin ederim, ona rahmetiyle yemin ederim, ona izzetiyle yemin ederim. "İzzetine andolsun" dedi. İzzet, men’at (güç, kuvvet) demektir. Allah Tebareke ve Teala, Aziz'dir ve izzetin zıddı olan zillet ile karşılanamaz. Çünkü zillet - Allah korusun - Allah'ın sıfatlarından değildir. Mümin bile (bu sıfatla nitelenemez) "İzzet Allah'a, Resulüne ve müminlere aittir." Mümin daima azizdir. Evet, bazı imtihanları insan, Allah Teala'ya yaklaştırıcı olduğunu kavrayamaz, o bunu kavrayamaz. Mümin daima azizdir. Dua eden diyor ki: "İzzetine andolsun, beni azarlasan da." Azarlamak yani kovmak, kovmak kapıdan kovma gibidir. Birinin dediği gibi "Beni kapıdan kovdun", yani beni azarladın, mesela "Kapıda durma" gibi bir ifadeyle. Allah Teala'nın kapısı manevî bir vasıftır, Allah'ın maddî bir kapısı yoktur. Evet, mescit Allah'ın kapılarındandır, Harem-i Şerîf, Mekke-i Muazzama öyledir. Ancak Allah Teala'ya her an dua ederiz, çünkü Allah Teala'nın kapıları daima açıktır.



Sorun bendedir, ben kusurlu bir insanım, belki duamın kabul edilmesine layık değilimdir. Buna rağmen ümitsiz olmamalıyım. "İzzetine andolsun, beni azarlasan da" yani beni kovsan da kapından ayrılmam. "Ayrılmam" yani terk etmem, ayrılmam, yani ben kapında kalmaya devam edeceğim.



Hz. İmam'ın (a.s.) açıkladığı güzel bir ifade var, bu Allah Teala ile birlikte (kullanılması) çok övülen bir ifadedir, o da “temellük” (yalvarma ve yalakalık) ifadesidir. Yalvarmak, sevgiyi göstermektir ve bazı durumlarda bunu olumsuz yönde (yalaka anlamında) kullanırız. Deriz ki filan kişi filana yalakalık ediyor, yani ona (zahirde) sevgi gösteriyor, oysa onu sevdiğinden değil, o kimsenin elindeki makam, para vb. şeylere tamah ettiğinden!! Ancak Allah ile bunun yapılması, güzel bir şeydir ve Allah Teala ile yaygın kullanılan bir üsluptur, yani dinen sevdirilmiş bir yalvarmadır bu. Çünkü her şey Allah Teala'nın elindedir, bu nedenle Allah Teala'ya yalvarmak zorundayım, O'na her kapıdan gelirim. O'na O’nun sevdiği her kapıdan gelirim. Bu nükteye dikkat etmemizi umarım.



Kendi kendime düşünmeliyim, Allah'ın sevdiği kapılardan hangisidir? diye. Namaz kapısı mesela? Namaz hayırdır, dileyen az az, dileyen çok çok kılsın, onunla Allah’a “temellük” etmek için namaz kılarım. O'na Hz. Peygamber (s.a.a.) vesilesiyle gelirim, güzel, Yaratılmışların efendisinden daha şerefli bir kimse yoktur, O'na (c.c.) O’nun (s.a.a.) vesilesiyle gelirim. Seyyide Zehra (s.a.) vesilesiyle veya Cennet Gençlerinin Efendileri (a.s.) vesilesiyle ve hakeza (kimseler ve ameller vesilesiyle yalvarır ve temellük ederim).



Bunların hepsi, Allah Teala'nın duamı kabul etmesini beklediğim haldir. Eğer ben daima dua ederek ve yalvararak ölürsem, hayır üzere ölürüm. İnsanın Allah Teala'ya dua ederken ölmesi…Bundan daha da üstünü yoktur.



Bazı saygın şahsiyetlerden duyduğum bir hikâye, bakın madem ki Peygamber'i (s.a.a.) andık, şahit olarak (anlattıklarımıza delil olarak) faydalı olur. (Bir rivayette aktarıldığı üzere) Hz. Peygamber (s.a.a.) bir defasında ashabına şöyle dedi: "Bu saatte duanız kabul edilir, dilediğiniz şey için dua ediniz.” Dua ettiler. Tabii ki bakın burada insanın bilinci ne için dua edeceğini gösterir. Tabii ki eve ihtiyacı olan kimse ev için dua etti, evlenmek isteyen kimse evlenmek için dua etti, bir işe ihtiyacı olan kimse de (iş bulmak için)… İşte böyle, herkes ihtiyacı olan şey için dua etti. Hz. Peygamber (s.a.a.) bunun üzerine bir ifade söyledi: "Eğer Üveys el-Karani burada olsaydı, sizin dua ettiğinizden farklı bir şey için dua ederdi." Üveys el-Karani Yemen'dendi ve annesine çok iyi davranırdı. Peygamber'i (s.a.a.) görme şerefine nail olmadı, muhtemelen Medine'ye geldiğinde Hz. Peygamber (s.a.a.) orada değildi, daha sonra ikinci halife zamanında (Medine’ye) geldi.



Bazı sahabeler Peygamber'in (s.a.a.) o hadisini duydular ve Üveys geldiğinde zihinlerinde Üveys'ten soruşturma vardı. "Gel ey Üveys, biz Hz. Peygamber'in (s.a.a.) seni andığını duyduk ve hikâye şöyle şöyle (diye anlattılar), peki sen onun zamanında olsaydın ne dua ederdin?” diye sordular. Dedi ki: "Eğer o zamanda olsaydım ve bu dua (anı) olsaydı, derdim ki İlahî" - bakın dua, Hz. Peygamber'in (s.a.a.) o zaman belirttiği gibi bu saatte kabul edilmiş - "İlahî, Muhammed'i kıyamet gününe kadar baki kıl." Kesinlikle bu bilinç başkalarında olmaz. Eğer dua kabul edilirse, sonuçlarında tüm hayır vardır. Üveys, Peygamber'in (s.a.a.) hayatta kalmasının büyük boyutunu kavradı. O an hazır olsaydı, Allah Teala'dan kabul garantisi almış olsaydı ne beklerdi?! Hz. Peygamber'in (s.a.a.) hayatta kalması rahmet ve hayır odağıdır. Eğer O (s.a.a.) istediği gibi gerçekten kıyamet gününe kadar kalsaydı, bu Peygamber'in (s.a.a.) varlığıyla tüm hayrın kalması anlamına gelirdi. Çünkü diğer işler bu yüce varlıkla çözüm bulur.



Buradan anlıyoruz ki insanın dua etmesi ve hayırlı olanı istemesi gerekir.



Duanın devamı... "ve sana yalvarmaktan vazgeçmem", bunu okumadık, dedi ki: "Beni azarlasan da kapından ayrılmam ve sana yalvarmaktan vazgeçmem." Bu yalvarmadan vazgeçmem. Şimdi Ramazan ayı, ilk geceden, sonra ikinci geceden otuzuncu geceye kadar duanın hangi saatte kabul edildiğini bilmiyorum. Gündüzün hangi vaktinde duanın kabul edildiğini bilmiyorum. Dua, rıza ile birleştiğinde o anda kabul gerçekleşir. Belki Allah senden razı oldu, çünkü annene saygı gösterdin, babana saygı gösterdin, hocana saygı gösterdin, bir yetime ikram ettin. O anda Allah Tebareke ve Teala'ya dua et, çünkü O duayı kabul eder. Allah'ın kulun dua etmesini istediği yerlerden birinde olmaya muvaffak oldun, o zaman dua et.



Meşgul olduğumuz şey dua etmektir. "Duanız olmasaydı, Rabbim size değer vermezdi." Meşgul olduğumuz şey insanın Allah ile ilişkisidir, dua ilişkisidir. Bu, kardeşlerim, terbiyevî bir taleptir, insan daima Allah'a dua etmelidir ki unutulmasın, bu kıyamet günü zor bir şeydir: "Bugün, nasıl onlar bugünleriyle karşılaşmayı unuttularsa biz de onları unuturuz." Çok zordur bu, elbette Allah unutmaz, ancak unutmanın etkisiyle kastedilen o anda onun işine önem vermemektir (ihmal etmektir)!! Biz insanlar olarak, eğer Allah bize önem vermezse ne yapabiliriz ki?!



Hz. Peygamber (s.a.a.) önem verir ve Allah Teala'ya itaat eder. Peygamber (s.a.a.) Allah Tebareke ve Teala'yı razı etmeyen bir fiil yapamaz. Şahit olarak, daima Allah'a dua etmeliyiz ve nefsi gözetleme konusunda tedbirli olmalıyız, çünkü bu sapmadan sakınmak için (dikkat edilmesi gereken) önemli bir konudur .



İmam Sadık (a.s.) dediğimiz gibi "Sapmadan emin olmayın" dedi. Bu konudaki hikâyeler acayip, gariptir.



Bir kişi tarihe başvurabilir ve insanları hayatlarının başında görebilir. Bazı kişiler, dünya onlara sunulduğunda ahireti boşayıp ona atladılar. Sonra dedi ki: "Kalbime kerem sahibi olduğun ve rahmetinin genişliği hakkında ilham ettiğin için." Elbette "kalbime ilham etti" tam bir ilhamdır, kalbe bir şey yerleştirmektir. Ancak biz, ilhama ek olarak, insanın bilgisi ve Allah Subhanehu ve Teala'nın sadece hayır yaptığına dair burhanı olduğunu da biliyoruz, onun bilgisi var, marifeti var. Elbette marifet ilimden farklıdır, genellikle marifet; cehalet sonrası elde edilen bilgiden gelir. Bunun fiili “Areftu/tanıdım”dır. Yani daha önce cahildim ve şimdi öğrendim. Bu nedenle Allah'a "ârif" denilmez, çünkü O önceden - Allah’a sığınırız - câhil değildir. Evet, O'na "âlim" denir ve ilmin, cehaletten önce olması şart değildir. Evet, ilmin karşıtı cehalet sıfatıdır. Ancak marifetin aksine ilmin, cehalet sonrası (elde edilen bir ilim olmuş) olması şart değildir. Ben bilmezdim ve şimdi artık biliyorum, bu mümkündür. "Kalbime kerem sahibi olduğun ve rahmetinin genişliği hakkında ilham etti" diyor. Daha önce değerli kardeşlerim, bazı sıfatlardan bahsettik, bunları değerlendirmek zorundasınız. Bazı sıfatları mutlaka değerlendirmelisiniz. Allah’ın cömert olduğunu anlıyorum, biliyorum ve O’nu öyle tanıyorum. O zaman mutlaka bunu değerlendirmeliyim. Allah’ın rahmetinin geniş olduğunu biliyorum. O halde mutlaka bu sıfatı değerlendirmeliyim. Bu değerlendiriş de mutlaka dua yoluyla olmalı. Yani var olmanın - ki Felsefecilerin dediği gibi var olmak, mutlak hayırdır - bu dünyada var olmanın bereketlerinden istifade etmeliyim. Yüce Allah’ın feyzi ile ikram ettiği bu dünyada var oluştan istifade etmeli ve her zaman Yüce Allah’tan istemeliyim. Bunu yaparken de bu sıfatları değerlendirmeliyim. Bunların gözümden kaçmasına izin vermemeliyim. Kerem, rahmet, rahmetin enginliği… Allah pek şefkatlidir, Allah mennândır (bol bol lütfedendir), Allah rızık verendir…. Mutlaka (bu sıfatları) değerlendirmeliyim. Bun karşılık bunlardan faydalanmak zorundayım, kendimi cezayı gerektiren o korkutucu sıfatlardan uzaklaştırırım, çünkü Allah cezası şiddetlidir. Allah Teala intikam alır, Allah Cebbar'dır.



Elbette Allah Teala'dan bunun (cezasının) beni kuşatmasından O'na sığınırım. Ancak emrolunduğuma sarılırım. Bakın bu duada çokça rahmet sıfatları geçti, belki siz kâğıt ve kalem alıp bu duada rahmet kelimesinin, rahmet ve türevlerinin kaç kez geçtiğini sayabilirsiniz. Çünkü dua şimdi Allah Teala'nın önünde rahmeti yağdırmak, Allah Teala'nın rahmetine karşı kendini sergilemek ve bu mükerrem gecelerde O’nun huzurunda durarak istifade etmek içindir. Seher (vakti) dualarına bakın, onlarda ince bir nükte var. İnsan Allah ile baş başa kalır (o saatlerde), çünkü filan beni görsün diye bir riyaya yer yoktur. Kulu olarak O'nunla baş başa kaldığımda her şey benim ile Allah Teala arasındadır.



Gerçekten de (duada) Mevla'ya (Subhanehu ve Teala) hitap ederken rahatça (uzun uzun dua ediliyor). Bu sıfatlardan çıkan şey şu: İnsan mutlaka duadan bir şey elde etmiş olarak çıkmalıdır. Bu olmalıdır. İşte bu şerefli ay otuz gecedir. Allah Teala onu herkes için kabul ile tamamlasın ve insan, Allah Teala'nın rahmetinin onu kuşattığını hissettiği miktarda (rahmetle bu aydan) çıksın. Her halükârda bu ilk oturumdur, burada bitiriyoruz ve Allah Subhanehu ve Teala bizi muvaffak kılarsa, (duanın) geri kalan paragraflarına geleceğiz.



Allah Subhanehu ve Teala'dan af, afiyet ve dünya ve ahirette muafiyet diliyoruz. Hz. Muhammed (s.a.a.) ve ailesi hakkı hürmetine bu mübarek gecelerdeki amellerinizi kabul etmesini, bizi ve sizi bağışlamasını ve sizi daima her hayra muvaffak kılmasını diliyoruz.



Duamızın sonu “Âlemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun. Allah'ın salatı Muhammed'e ve O’nun temiz, pak ailesine olsun"dur.
Okur yorumları
Yorum bulunmuyor
Yorum ekle
İsim:
Ülke:
E-posta:
Paylaş: